29 Aralık 2012 Cumartesi

House Of Dark Shadows (1970)

Aynı isimli TV dizisinden yapılan House of Dark Shadows, daha sonra Tim Burton tarafından daha komikbir versiyonu ile Dark Shadows 2012 senesinde tekrar çekildi. Yeni filmden farklı olarak, 70 yapımı filmde komedi öğeleri bulunmuyor.

Temel olarak filmin hikayesi, Bram Stoker'ın Dracula'sı ile paralel ilerliyor. Lanetlenen Barnabas Collins, sevdiği kızdan sonsuza dek ayrılarak bir vampire dönüşüyor. Şans eseri köyün ayyaşı Willie Loomis (Dracula'da Renfield) tarafından tabutundan serbest bırakılıyor. Filmde açıklanmayan İngiliz Barnabas'ın Amerika topraklarında nasıl canlandığı akıllarda kısa bir sürelik soru işareti bırakmakta. Filmin ilerleyen kısımlarında kan gövdeyi götürüken, Barnabas kaybettiği sevgilisinin tıpatıp aynısı olan Maggie'ye (Dracula'da Mina) rastlar ve kendisine bağlanması için uğraşır. Bu arada Dr. Hoffman Barnabas'ın vampir olduğunu keşfeder ve vampirliğe çare olarak bir çözüm ile Barnabas'ın kapısını çalar.
Özellikle dizide de Barnabas Collins'i canlandıran Jonathan Frid'in performansı oldukça iyi. Film, Hammer filmlerinin; İngiliz vampir ve bolca güzel kız mantığı ile devam ediyor. Açıkçası Hammer'ın Dracula serisinden çok farkı yok, yine de sıkılmadan rahatça izlenebilen bir film. Seri 1972 yılında Night Of The Dark Shadow ile devam ediyor, ancak bu filmde ne yazık ki Barnabas Collins yok!

21 Aralık 2012 Cuma

Beyond The Black Rainbow (2010)

Bu filmi ya çok severebilirsiniz ya da nefret edebilirsiniz, ikisinin ortasını bulabilmek imkansız! Eğer konuşma içermeyen uzun sahnelerden, diyaloglardan çok görselliğe önem veriyorsanız birinci seçenek, eğer hızlı tempolu, başrollerde tanıdık isimlerden oluşan büyük bütçeli film seviyorsanız ikinci gruba dahilsinizdir.

Film 1983 yılında geçmekte ve set tasarımlarından, kostümlere kadar herşey bu tarihle uyumlu. Hatta fon müziği olarak bol bol synthesizer melodileri kulağımıza geliyor. Arkada fob olarak, genelde kırmızı ağırlıklı renkler kullanılmış.
 Konusundan kısaca bahsedecek olursak, filmin kahramanı genç Elena, Mercurio Arboria tarafından kurulan Arboria enstitüsünde yaşamakta/rehin tutulmaktadır. Dr. Barry Nyle, Elena ile ilgilenmekte ve gelişimini yakından takip etmektedir. Dr. Nyle bildiğimiz sevgi dolu doktorlarımızın aksine sadistçe psikolojik olarak Elena'ya işkence yapmaktadır. Filmin ilerleyen kısımlarında öğreneceğimiz üzerine, Elena'nın dünyaya gelişi ile Dr. Nyle arasında yakın bir bağ mevcut. 1969 Yılında, Dr. Arboria ve karısı tarafından ruhani bir deneye gönüllü olan Nyle, deney sonucu Elena'nın annesini öldürür ve Elena'nın doğumunu sağlar. Bu esnada saçlarını ve göz bebeklerini kaybeder! Tabii ki bunların hepsi Elis Merhige'nin Begotten filmindeki gibi siyah beyaz çekilmiş ve mistik bir hava katılmış.Filmin sonlarına doğru Elena ile Dr. Nyle arasında ölümcül bir kovalama başlar. Dr. Nyle'ın Elena'ya ilgilisinin başka bir sebebi ise, Elena'nın sahip olduğu psişik güçler. Filmin bir bölümünde bu güçlerle hemşiresinin kafasını patlatamayı (Scanners'ı hatırlayan var mı?) başarıyor.
Filmin temeli'nin dayandığı birkaç film var tabii... İlk olarak Kubrick ve 2001 a Space Odyssey. Renk tonları ve ışıklandırma tamamen bu filmi hatırlatıyor. Ayrıca Bowman ile Hal'ın ilişkisi, Elena ile Dr: Nyle'ın ilişkisi ile paralellil gösteriyor. İkinci olarak Tarkovskiy ve Solaris-Stalker ikilisi; filmlerin dinginliği resmen bu filme sinmiş... Üçüncü olarak David Cronenberg The Brood-Rabid-Scanners ve Videodrome; takıntının etin dışına çıkıp şekil değiştirmesi... Son olarak 1967 yapımı psikadelil dizimiz The Prisoner, ajanımız no:6'yı etkisiz hale getiren balon, filmde şekil değiştirip duman çıkaran bir piramide dönüşüp Elena'nın gücünü bloke ediyor.
60-70-80'lerin Bilim kurgu filmlerinin karışımı olan Beyond The Black Rainbow'a bir şans vermeye değer. Evet, filmin sonu çok kötü bitiyor, evet uzun kesintisiz çekimler uyku getiriyor ama kabul etmeliyiz ki filmin kendisine has bir havası var.

19 Aralık 2012 Çarşamba

Tales From The Crypt (1972)

Yıllar önce Türkiye'de yayınlanan Süper Korku çizgi roman serisini hatırladınız mı? İşte o seriden hikayelerim bir kısmını bir araya getiren bir Amicus korku antalojisi karşınızda...Bu tarihten sonra 1989 yılında bir tv dizisi olarak da televizyonlarımızda gösterilmişti (farklı hikayelerle). Sırasıyla Tales From The Crypt: Demon Knight (1995), Tales From The Crypt: Bordello Of Blood (1996), Tales From The Crypt: Ritual (2002) gibi filmler de seriye eklendi (hiçbirisi Amicus yapımı değildir).

Hikaye bir yeraltı mezarlığını gezerken, gizli bir odada mezarlık bekçisi olan keşişimiz ile karşılaşamaları ile başlıyor. Mezarlık bekçisi, mezarlıkta kapalı kalan bu yabancıların, neden burada olduklarını ve karanlık sırlarını, ilginç hikayelerini gözler önüne sererek açıklıyor. Her yabancı birbirinden farklı belirli suç/günahlara neden olmuşlardır ve hepsini farklı sonlar beklemektedir.
Joan Collins'in oynadığı ilk hikaye (All through the house...) daha sonra dizide de işlenmiş, deli/seri katil noel baba hikayesi. İkinci hikaye (Reflection of the death) ise bir flashback içeriyor. Üçüncü hikayede (Poetic Justice) ise en eğlenceli, aynı zamanda en dramatik bölüm. Bu bölümün bu kadar etkili olmasındaki en büyük rol Peter Cushing'în.Dördüncü hikaye ise serinin en sıkıcı hikayesi olabilir. W. W. Jacobs'ın maymunun eli kısa hikayesinden bir alıntı. Zaten bölüm boyunca sık sık bu hikayeyi işaret ediyorlar. Hikayede lanetli maymun eli yerine, kurbanımızın uzak doğudan getirmiş oldukları bir biblo var. Bu antik biblonun, altındaki yazının neden ingilizce olduğu ise tam bir muamma....Son hikaye ise körlerin bulunduğu bir merkezde geçen intikam hikayesi.
Sıkılmadan, ilgiyle izleyebilinecek bir film. Bence tek eksiği, filmdeki bekçinin, dizideki kukla bekçi kadar sempatik olmaması ve John Kassir tarafından seslendirilmemesi!

15 Aralık 2012 Cumartesi

The Collector (2009)

Belki uzun süredir karşımıza çıkan en iyi gerilim filmlerinden biri. Film yaklaşık bir buçuk saat süren bir kedi/fare oyunundan ibaret. Konusu kısaca şöyle; Arkin, Chase ailesinin evinin bakımını üstlenen bir marangozdur. Eşinin borcu nedeniyle, borcunu tefeciye ödemesi için gece yarısına kadar vakti vardır Chase'lerin evine girip kasayı soymayı planlarken yalnız olmadığını fark eder. Evdeki diğer kişinin amacı soygun yapmak değildir...

Arkin evin içinde gezdikçe ilginç tuzaklarla ve maskeli katilimizle karşılacaktır. Evdeki tuzaklar bize Testere serisini hatırlatıyor. Zaten filmin yönetmeni ve senaristi Marcus Dunstan'ın önceki senaryoları arasında Testere 4-5-6 ve 7 olması bizi şaşırtmıyor. Film süresince katilin kim olduğu noktasına da pek takılmıyorsunuz. Senaryoda kusursuz değil, Arkin'in evden sürekli kaçma şansını heba etmesi zaman zaman canınızı sıkabilir. Ayrıca bazı sahneler ve ışıklandırma video klipleri andırıyor. Yine de filmin kötü adamı çok başarılı, tek kelime etmese bile etkilemeyi başarıyor. Ayrıca ölümler de başarılı olmuş,
Bu yıl filmin devamı olan The Collection da gösterime girdi. Merakla devam filmini seyretmeyi bekliyoruz...

10 Aralık 2012 Pazartesi

Sleepwalkers (1992)

Film, Stephen King'in film çevrilmeden önce yayınlanmamış bir hikayesinden oluşturulmuş. Stephen King'in roman ve hikayelerinden oluşturulmuş ama pek başarılı olamamış pek çok film var. Sanırım başarılı olanların sayısı daha fazla olduğu için hergün yeni birisi ekleniyor. The Shining, Carri, Dead Zone sadece birkaçı.  Filmin yönetmeni Mick Garris'in ilk Stephen King uyarlaması olan Sleepwalkers, çok başarılı olmasa da Quicksilver Highway (1997), Riding Bullet (2000), Desperation (2006) ve TV dizisi olarak Bag Of Bones (2004)  diğer King uyarlamalarının devamını getirmiş. Zaten Mick Garris yönettiği filmlerle değil, daha çok Masters Of Horror ve Fear Itself korku dizilerinin yaratıcısı olarak hatırlanacak gibi...

Sleepwalkers;ciddiye alıp seyrederseniz belki çok sevemeyeceğiniz bir film olabilir ama içinde pek çok ilginç unsur barındırması ile ilginç hale geliyor. İlk olarak yardımcı rolde Ron Pearlman var, ayrıca filmin başında Mark Hamill'ı (Luke Skywalker olmaktan kurtulamayan) kısa bir süre görebiliyoruz. Konuk oyuncu sayısı sadece ikisi ile sınırlı değil; kısa rollerde karşımıza Joe Dante, Stephen King, Clive Barker ve Tobe Hooper gibi zamanın (belki tüm zamanların) korku üstadları karşımıza çıkmaya devam ediyor.

Filmin kısaca konusu şöyle; uyurgezer olarak bilinen şekil değiştiren, insan kılığından devasa tüysüz kediye dönüşebilen anne oğul çiftinin, beslenmesi için genç ve güzel bakir kızlara ihtiyaç duymaktadır. Bakirelerin ruhlarını emip, yaşamlarını geçindiren çekirdek aile,yolları güzel Tara ile çakışır.Bu çiftin problemi ardında bıraktıkları delilleri takip eden polisler değil, kedilerdir! Evet, evcil kediler sadece tırmalayarak bu dev kedileri öldürebilmektedir! Bunun yanında çiftimizin, arabaları ve kandilerini görünmez kılma, tek kurşun ile araba patlama ve telekinezi gibi özellikleri dikkat çekse bile, arabaların modellerini düşünce gücü ile değiştirebilme en kullanışlı olanı.

Filmde eğlence sadece tanıdık yüzler ile sınırlı değil. Mısır koçanın sırta saplanması ile, çitin üzerine düşerek ve kedi tırmalaması sonucu yanma gibi eğlenceli sonlar söz konusu. Kafanıza takmayacağınız başka bir sorun ise , bu kadar küçük kasabada bu kadar polisin ne aradığı.

Uyurgezerler, kedi familyasında ürkünçlük sırlamasında üstlerde yer alsalar da ben oyumu ING'nin aslanından yana kullanıyorum.

5 Aralık 2012 Çarşamba

Burried Alive (1990)

İlk olarak, bu film Frank Darabont'un aynı yönetmiş olduğu ilk uzun  metrajlı film değildir! Bu sebeple filmi izlemeye başladıysanız, geçmiş olsun...
Filmin başında Edgar Allan Poe'dan esinlediği yazısını görünce insan ister istemez heyecanlanıyor. Bu filmde Poe ile alakalı olarak, etrafta manasızca dolaşan kara bir kediden başka birşey yok. Poe uyarlamaları için Roger Corman'ın versiyonlarını seyretmek çok daha katlanabilir ve mantıklı gelecektir.
Filmin kısaca özeti: sorunlu genç kızların bulunduğu okula/akıl hastanesine (şansa bakın ki ismi Raven Croft!, çok yaratıcı) genç ve güzel bir öğretmen gelir. Genç kızlar, teker teker Ronald Reagan!  maskeli bir katil tarafından öldürülerek ya da diri olarak, bir mahzene gömülür.Bu arada öğretmenimiz sürekli olmadık yerlerden çıkan eller tarafından toprağa çekildiği sanrısını yaşamaktadır. Bu alakasız sahneleri nasıl bağladıklarını merak ediyorsanız, rahatlayın çünkü bağlayamışlar! Biraz Suspiria (kızlar okulu), biraz 13. Cuma/A Bay Of Blood, çok az da Corman'dan alakasız parçalar bulabilirsiniz.
Filmin tek sıkıcı olmayan kısmı, kurbanlarımızın ölüm şekilleri. Kafasına mala saplanması ile ölen genç, bigudi yerine blender kullanırken saçını dolayarak/elektrik ile çaprılarak ölen genç kız filmimizin en seyredilesi kareleri.
Ayrıca Donald Pleasence'ı da unutmamak lazım. Yine bir filmde doktoru canlandırıyor.
Ancak sıkılmadık candan ümit kesilmez teoremini ispatlamak istiyorsanız bu filmi seyredin derim.

4 Aralık 2012 Salı

Raw Meat (Death Line - 1973)

Alexander Sawney Bean ve 48 kişiden oluşan klanı ile 16. yüzyıl İskoçyasında terör estirmiş. Olağan haydut ve eşkiyalardan farklı olarak yakaladıkları kurbanlarını parçalayıp, yedikleri biliniyor. Mağarada yaşayan aile/grup en sonunda İskoç kralı 6. James'in keyfini iyice kaçırınca, yakalanması için 400 asker gönderip, sonunda ele geçirmişler. Ailenin kaderi, kurbanlarınınki kadar trajik olarak, başta el ve ayakları olmak üzere birçok uzuvlarının kesilmesi ile sonlanmış.
Filmin konusu da benzer bir şekilde yamyam bir aileyi (daha doğrusu ailenin kalan tek ferdini) anlatmakta. Bu kez mekan İskoçya'nın mağaraları değil, 1972 yılının Londra metrosu. Filmin başrolünde araştırmacı/dedektif rollerinden hayatı boyunca kurtulamayacak olan Donald Pleasence var. Helloween serisi boyunca bitmeyecek koşturmaca ve azabı, bu filmde kendisini hissettirmeye başlıyor. Tek farkla; canlandırdığı karakter olan Müfettiş Calhoun neredeyse Müfettiş (Chief Inspector) Jacques Clouseau kadar eğlenceli.Filmin bir bölümünde karşımıza kısa da olsa Cristopher Lee çıkıyor. Bu kadar tesadüfle filmin neredeyse bir Hammer yapımı olduğunu bile sanabiliriz.
Diğer karakterler 1970'lerin tipik film karakterleri sayılabilir; yakışıklı genç Amerikalı havalı asi tip, sevgilisi genç kız hassas ve duygusal bir bayan. Geriye kötü adamımız kalıyor, ona da film ilerledikçe sempati duymaya  başlıyoruz.
Yavaş ilerlerse bile konu olarak güzel bir film. Birilerinin güncel versiyonunu yapmak için kollarını sıvamaması şaşırtıcı.
Son olarak: Mind the doors!

28 Weeks Later

"28 Hafta Sonra" filmini bir zombi filmi olarak sınıflandırmak yanlış olabilir. Film için daha çok bir salgın filmi denilebilir. Zaten hastalık kapanlarda standart zombilerimizden çok daha hızlı ve agresifler. Hastalıklılar daha çok "30 Dark Days" (yine içinde zaman içeren) filmindeki vampirlere benziyorlar. Tabii ki vampirler kadar zeki değiller (bir kişi hariç).
Aslında filmde oynayanlar, oynamalarına alışkın olduğumuz rollerdeler: Jeremy Renner yine asi askeri canlandıyor (Bkz: Hurt Locker, Avengers, The Bourne Legacy), Idris Elba ise yine o karizmetik ses tonu ile asker/polis rolünde (Bkz: Luther, Prom Night, Prometheus).
Robert Carlyle ise yine şirin Glasgow aksanı ile arzı endam etmekte, ancak filmin yarısında ne yazık ki konuştuğunu göremiyoruz.
Film ise ister istemez "The Crazies" ile "The Day Of The Dead" arasında bir yerlerde duruyor. Bu iki güzel film varken başkasına ihtiyaç olur mu diyorsanız, bu film yanıt olabilir.

Dread

Dread (2009) (http://www.imdb.com/title/tt1331307/) seyretmeden önce daha büyük beklentilerimin olduğu bir filmdi. Ne de olsa Clive Barker'ın elinden çıkmış bir kısa hikayenin adaptasyonu idi...Bu hikaye yanılmyorsam "Kan Kitabı" serisinin hikayelerinin birisiydi.
 
Clive Barker denince aklıma, kendi cehennemini oluşturma (Hellraiser) ve insan vücudu üzerindeki değişimler (evet Hellraiser) ve acı çekme (yine Hellraiser) üzerine fikirler geliyor. Anlaşılan Dread filmi yönetmeni bu fikirlerden çok kendi fikirlerini ön plana çıkarmak istemiş, bu da filmin başarısız olmasındaki en büyük etkenlerden biri.
Dread'in orjinal hikayesine göre filme çok daha fazla karakter eklenmiş, sanırım başlıca nedeni kısa hikayeyi uzun metrajlı bir filme çevirmek. Fazla karakter de olağan olarak filmi odaklanılamaz hale getiriyor. Bazı karakterler çok kısa olarak önemli noktalarda filme dahil olup çıkıyor, bu da dikkat dağınıklığına neden oluyor.
Tabii ki bir çoğumuzun en büyük korkusu olan palyaçolar ise ana hikayenin odak noktalarından biri iken, filme es geçilmiş. Yapımcılar filmin ciddi alınmayacağını ya da "It" filmi karıştırılacağını düşünmüş olmalılar.

Film orta metrajlı bir film olarak çekilip, bir Clive Barker hikayelerinden oluşan filmin parçası olsaymış çok daha başarılı olurmuş. Bence her hikaye uzun metrajlı filme dönüştürülmemeli, dönüştürlecekse bile Frank Darabont gibi bir yönetmenle anlaşılmalı...