29 Ekim 2014 Çarşamba

Cassadaga (2011)

Cassadaga ismini duyup, filmin afişini gördüğüm zaman aklıma ilk olarak güney asya yapımı, bol kanlı bir korku filmi ile karşı karşıya olduğumu sanmıştım. Oysa (cahilliğimi maruz görün), Cassadaga meğer kuzey amerikada bir şehir imiş... İlk yanılgımdan sonra (biraz hayal kırıklığı ile de olsa) filmi seyretmeye başladığımda aslında ilginç bir yöne doğru giden bir film ile karşılaştım.
Filmin yönetmeni Anthony DiBlasi, bu blog'da ilk incelemem olan ve blog'a da ismini veren Dread filminin yönetmeni. Bu filmi ne kadar senaryonun alındığı kısa hikayenin alındığı Kan Kitabın'dan Clive Barker hatrına seyrettiysem de, yine de sonrası için iyi umut vermişti.
Filmin kısaca hikayesine bakacak olursak:
Kız kardeşi ile Fransa'ya taşınmanın hesaplarını yapan Lily, kardeşini bir aracın çarpması ile kaybedince, Cassadaga şehrinde aldığı bir burs ile öğretimine bu şehirde devam edip, aynı zamanda bir ilkokulda resim öğretmenliği ile hayatını kazanmaya karar verir. Yeni taşındığı evin sahibesi çok iyi karşılaşasa da, evin oğlu pek tekinsizdir. Öğrencilerinden birisi tarafından özel ders verirken, öğrencisin yakışıklı yakında boşanacak babası Mike ile tanışır. Biraz da sosyalleşmek amacıyla Mike ve başka bir çift ile ruh çağırma seansına gitmeye karar verirler. Lily'nin asıl amacı vedalaşamadığı kardeşiyle son bir kez daha görüşebilmektedir.Seans sırasında beklenmedik bir  durum oluşur, Lily farklı bir ruhun etkisi altına girer. Huzura kavuşmamış bu ruh, kurbanlarını eklemlerinden keserek (canlı canlı), el ve bacaklarını metal bağlantılar ile bağlayıp, birer canlı kukla haline getirerek zaman geçirmekten hoşlanmakta olan bir seri katilin kurbanı olmuştur. ve Lily'den katilinin bulmasını istemektedir. Mike'ında yardımıyla, olayları araştıran Lily, hem hayaletten kurtulmaya hem de seri katilimiz Gepetto'dan kaçmaya çalışacaktır.

Filmin hikayesi pek çok yerde A Stir Of Echoes (1999) filmi ile paralel gidiyor. A Stir Of Echoes, Richard Matheson gibi bir ustanın kaleminden çıktığı ve David Koepp gibi başarılı bir senarist tarafından senaryolaştırıldığı altyapısı sağlam bir korku filmi başarısını dönmüştü. Cassadaga iiçin aynı şeyleri söylememiz çok mümkün değil; ilk olarak filmde yan karakterler hikayenin önemli noktalarına gelemeden senaryodan çıkabiliyor ve filmin inandırıcılığını kötü etkiliyor. Mike ve Lily hariç karakterlerin arka planları hakkında pek çalışılmamaış, insan ister istemez Gepetto hakkında daha fazla bilgi istiyor. Ayrıca Gepetto karakterinin normal yaşamda kim olduğunu bulmak, seyirci için çok kolay ve heyecanı daha erken kaçırıyor.
Yine de A Stir Of Echoes'a eklenen psikopat seri katil fikri filmi sürekleyen en büyük etken. Hatta işin ruhani kısmına kaçmadan sadece Gepetto üzerine yoğunlaşsaymış daha başarılı olurmuş diyebiliriz. Yine de vasati bir cuma gecesini heyecanlandırmak için pek çok film yerine tercih edilebilir.

12 Ekim 2014 Pazar

Geomeun Jip (2007 - Black House / Kara Ev)

90'ların ortası gibi J-Horror (Japon Korku Filmi Dalgası) ile tanıştık. Uzak doğunun mistik korkuları, kan ve vahşet ile birleşince tüm dünyaya hızla yayıldı. Denizin karşı yakasındaki, Kore'ye dalgaların ulaşması uzun sürmedi ve 90'lı yılların sonunda Kore filmleri ile tanıştık. İlk başta film festivallerimize konuk olan bu filmer, televizyonlarımıza kadar ulaştı. Önce Kim Ki Duk ile dindinliği gördük daha sonra Chan Wook Park ile nefes kesici intikam hikayelerini... Tellmesoemding ile Giallo tarzını tekrar canlandırdılar, R-Point ile savaş ile korkuyu birleştirdiler. Aksiyon türüne de ciddi katkıları oldu. Kısa zamanda sinema endsütrisinde Koreliler hızla isimlerini duyurdular.
Filmimiz Kara Ev de aslında J-Horror ile çok yakın akraba. Konusunu Yusuke Kishi tarafından yazılmış olan aynı adlı romandan alıyor. Japonya'da 1999 yine aynı romandan senaryolaştırılmış ve Kara Ev adıyla çevrilmiş bir film mevcut.
Konusu: Pek çok işte değişik zamanlarda çalışmış olan Jun-Oh'un son olarak sigorta şirketinde çalışmaya başlamıştır. Naif bir karaktere sahip olan Jun-Oh, işyerinde ilk görevinde geçmişinin an karanlık sırrını bir yabancıyla paylaşmaktan çekinmez, küçüklüğünde kardeşi yüksek bir binadan gözü önünde atlamış olan kahramanımız, olaydan derinden etkilenmiştir. Bu olanlar yetmiyormuş gibi, telefonla bilinmeyen bir kişiden, intihar halinde hayat sigortasının geçerli olup olmadığı sorusuna cevap vermek zorunda kalır.
İlerleyen süreç içinde özellikle kendisinin ilgilenmesini isteyen bir müşterisi ile görüşmek için yola çıkar. Harap bir evde , kendisini isteyen müşterisi Chung-Bae ile tanışır. Kısa görüşmesinin esnasında, oğullarına seslenip cevap alamaması nedeni ile Chung-Bae, Jun-Oh ile çocuğun odasını kontrol etmek ister. Odaya ulaştıklarında çocuğu tavana asılı halde bulurlar. Olayın şoku içinde geri dönen Jun-Oh , Chung-Bae'nin olay anındaki yüz ifadesininde şaşkınlık yerine soğukkanlı bir bakış olduğunu hatırlar ve müdürüyle paylaşır. Chung-Bae'nin dosyasını incelediğinde, bir iş kazası nedeniyle baş parmağını kaybettiğini ve bu sebeple sigortadan daha önce para aldığını, ölen çocuğun ise eşinin daha önceki evliliğinden olduğunu öğrenir. Konuyu doktor olan kız arakadaşı Mi-Na ile paylaşan Jun-Oh, polisle de görüşerek şüpheleri açıklar. Ölümün intihar nedeni ile gerçekleştiği belirlenemediği için Chung- Bae parasını alamamıştır ve bu nedenle her gün sigorta bürosunu ziyaret ederek, Jun-Oh'u sıkıştırmaya başlar. Jun-Oh'un ev adresini isteyen Chung-Bae'yi nazikçe rededer. Ancak evindeki telefonuna sürekli cevapsız çağrılar gelen Jun-Oh olayın burada bitmeyeceğine inmaktadır, çünkü Chung-Bae'nin kendi halinde yas tutan karısı Yi-Hwa da daha yüksek bir sbedel ile sigortalanmıştır. Sonunda parasını alan Chung-Bae'nin gözünü Yi-Hwa'nın sigortasına diktiğin anlaması uzun sürmez ve bu konuda Yi-Hwa'yı uyarmak için yola koyulur. Jun-Oh ne kadar tehlikeli bir oyunun parçası haline geldiğinin yakında farkına varacaktır...



Fazla ipucu verip, filmin tadını kaçırmadan, konun içinde seyirciyi şaşırtabilecek bir senaryo oyunun olduğunu belirtilim. Özellikle Jun-Oh ile Chung-Bae arasındaki gerilim çok iyi işlenmiş. Özellikle Chung-Bae'nin psikopatlığa varan sakin görünümü halinde patlayacak gibi duruşu çok başarılı. Jun-Oh karakteri bazı noktalarda iyilik timsali görüntüsü neredeyse karikatürize hal alsa bile sonlara doğru toparlıyor. Diğer karakterler de oldukça başarılı.
Filmin eleştirilebilecek bir noktası, hikayenin gidişatının çok tahmin edilebilecek seyirde ilerlemesi. Artık klasikleşmiş, olayı araştıran gazeteci/araştırmacı/polisin katil tarafından katledilmesi, kız arkadaş/eşin kaçırılması, amansız takip ve kıyasıya dövüş, bıçakla kovalama, sert bir cisim ile karşılık verme, kötü karakterin oldüğü sanılması ve filmin sonunda dönüşü ve bol kanlı geçen dövüş sahnesi ve ardından geçmişle barışma ile sonlanması , neredeyse bütün gerilim filmlerinin vazgeçilmezini tekrar ediyor. Kısaca bu cephede de yeni birşey yok!
Pek çok uzakdoğu gerilim/korku filminde olduğu gibi bolca kan mevcut. Karanlık evi filmin sonlarına doğru görsek de başarılı bir atmosfer yaratılmış. Konunun merkalıları için seyredilerken sıkmayan ancak türüne yeni bir soluk getirmek yerine, en güvenli liman olan tekrara demir atmış bir film.

Giorgino (1994)

Günümüzde türlere sadık ne kadar çok film varsa, bir o kadar türler arasında geçişmeyi seven filmler de var. Giorgino da bu filmlerden biri. İlk olarak Fransız yapımı olması işin içine ister istemez drama kısmını katıyor, ayrıca filmin içinde Mylene Farmer (Fransız şarkıcı, besteci ) hem de arka planda Farmer'ın neredeyse tüm görsel çalışmalarında Laurent Boutonnat bulunması filme ayrı bir şiirsellik katıyor. Mylene Farmer ile Boutonnat'ın video klipleri 10 dakikanın altında olmadığı için (bizim 3 dakikalık pop şarkıları için 3 dakikalık video klipleri izlerken afakanlar basan biri için, 90'larda Mylene Farmer'ın video kliplerini izlemek büyük zevkti!) filmin neredeyse 3 saatlik süresi , bu çalışmanın meyvelerinden biri olduğunu kanıtlıyor. Bu film Boutonnat'ın ikinci uzun metrajlı filmi (aslında yönetmenin çok fazla uzun metrajlı filmi bulunmuyor (bir elin parmağından az desek uygundur)).
Filmin asıl türü drama gibi gözükse de, kışın dondurucu soğuğunda geçen fransız kasabasının atmosferi, 1. dünya savaşının getirdiği karanlık ve insanların içine işlemiş olan karamsarlık ve delilik, filmi zaman zaman gerilim hatta korku türü sınırlarına bile çekiyor.
Konusuna bakacak olursak:
Genç doktroumuz 1. Dünya savaşı sırasında görev yaparken zatürreye yakalanmış ve savaş bitmeden terhis edilmiştir. İtalyan asıllı genç, küçük yaşta bir fransız ailesi tarafından evlat edinilmiştir. Evlat edinen aile aynı zamanda zihinsel engelli çocuklar için bir okul işletmektedir. Yetim olarak büyüyen Giorgino, hassas bir kişiliğe sahiptir ve çocuklara çok önem vermektedir. Okula dönen kahramanımız, çocukların savaş nedeniyle farklı bir yere nakledildiğini öğrenince yıkılır. Gitmeden önce kesilmekten kurtadığı (600 Franc ödediği - o zaman için hatırı sayılır bir paradır) at ile çocukların bulunduğu yere doğru yola koyulur. Zaten zatürreden muzdarip kahramınımız , iliklerine işleyen soğuk ile iyice bünyesini etkilemektedir. İlk önce çocukların bulunduğu yurda giden doktorumuz, sivil hayatta ilk doktorluk deneyimi olarak evin sahibesine kalp masajı yaparak , ölümden kurtarmaya çalışacak ancak başarılı olamayacaktır. Sonrasında, çocukların öldüğü haberini aldığında iyiden iyiye çöekecektir. Bu esnada evin tek kızı, Catherine ile tanışıp, etkilenmesi de kafasını iyice allak bullak eder. Catherine çocukluktan çıkamamış, garip davranışlar sergileyen genç bir kızdır. Bir o kadar ilginç karaktere sahip dengesiz dadısıyla birlikte (hala Catherine'i emzirmektedir!) birlikte evde anneleri ile yaşamaktadır. Çocuklardan sorumlu olan baba doktorun ise akıl hastanesine nakledildiğini öğrenen doktorumu, ailenin babasını bulmak için yola tekrar yola koyulur. Akıl hastanesinde doktorumuzu bulamayan Giorgino'nun talihi , dönüş yolunda aradığı doktoru bulması ile dönecektir. Doktor, evin diğer sakinleri gibi değişken bir psikolojiye ve dengesiz yapıya sahiptir.
Bu esnada kasabada ikamet eden kadınlardan bilgi almaya çalışan kahramanımız, Catherine'in olay günü çocukları yürüyüşe çıkardığını ve tek başına döndüğü öğrenir. Kasabadaki herkes Catherine'de suçu bulmaktadır ancak kahramanımız Catherine'in suçlu olduğunu kabul etmez. Kasabanın papazı olayları yatıştırmaya çalışsa da , tüm erkeleri savaşa gitmiş olan kasabanın kadınları iyice tedirgin ve saldırgan olmaya başlar ve Catherine ve ailesine karşı tehditkar tutumlar sergilmeye başlarlar. Gerilimi ne papaz ne de Giorgino engelleyebilecektir...







Filmde görsellik ön planda. Kasabaki atmosfer ve kar kaplı orman fırtına öncesi sessizlik hissini çok iyi veriyor. Ayrıca akıl hastanesi tam bir cehhennem kopyası, hastalara uygulanılan işlemler ve hastaların kapatıldığı mahzen çılgınlığı iyiden iyiye ortaya çıkarıyor. Renk tonlamaları da bir o kadar başarılı.
Neredeyse bir azizi canlandıran Giorgino ve Catherine arasındaki ilişki güzel canlandırılmış. Ayrıca papazın neredeyse aile babası gibi tüm kasabayı idare etmeye çalışması ise çok gerçekçi.
Filmin içinde pekçok simgeyi bulmak mümkün, boğulma/ölüm ve cinsellik arasındaki bağlantı, kalp masajı ve boyundaki ve sonrasında boyunda kalan ip izi ile bağlanmış. Görünmeyen kötülük kurtları, film boyunca görmesek bile ormanın içinden fırlayacakmış hissini veriyor. Delilik ise neredeyse filmin her karakterinde kendini gösteriyor.
Yayınlandığı tarihte gişe başarısı yakalayamamış olan Giorgino'nun gerçek değeri ortaya çıkamamış bir sanat eseri gibi. Tam olarak bir korku filmi sayılmasa bile, dramanın içindeki gerilim filmi sürekli izlenir hale getiriyor. Sıkılmadan neredeyse 3 saat boyunca izlyebileceğiniz bir film yaratıyor.

8 Ekim 2014 Çarşamba

Banshee Chapter (2013)

Benim için, konu H.P. Lovecraft olunca akan sular durur. Kendine ait bambaşka bir dünya sunan hikayelerinden biri olan Pickman's Muse'u hakkında yakın zaman içinde yazmıştık. Konusunu duyduğum zaman Banshee Chapter da heyecan yarattı. Filmin yönetmeni olan Blair Erickson'un ilk uzun metrajlı filmi olunca, bir tadına bakalım dedim...
Filmin kısaca konusu şöyle:
Gazeteci Anne Roland, üniversiteden yakın arkadaşı James Hirsch'in (True Blood dizisinin tatlı vampir rahibi - Michael MacMillian) aniden ortadan kaybolmasının perde arkasını araştırmaya karar verir.Ulaştığı videoda (kayıp görüntü filmi efekti) arkadaşının değişik bir kimyasal içmesini ardından radyodan garip bir müzik duymasını ve arkasından kameramanıyla birlikte kanlı izler bırakarak kaybolmasını seyreder. Araştırmaları onu kimyasalın kaynağı olan egzantrik gazeteci Thomas Blackburn'un kapısına kadar getirir. (Thomas Blackburn karakterinin ünlü gazeteci Hunter S. Thompson'dan (Muhteşem Terry Gilliam ve Fear & Loathing in Las Vegas) esinlediğini tahmin etmek zor olmasa da Ted Levine'in (Kuzuların Sessizliğinin Bufalo Bill'i) karaktere ayrı bir tat katıyor.). Thomas'ın yanında özel imalatçı yardımıcısı ile de tanışan Anne, içkisine kimyasal katıldıktan sonra (insanın içinden keşke Ramones'tan Somebody Put Something In My Drink şarkısı filmin müzik listesinde olsa diye geçiriyor) partiye katılır. Radyodan gelen tuhaf müzik, ışıklar, değişen suratlarve geliyorlar...
Bu esnada kimyageri yolda bırakıp, kimyasalı sonra da garip rakam ve müziğin yayın yapıldığı istasyona doğru gerilim dolu bir yolculağa koyulan garip çiftimiz, yayının yapıldığı noktaya ulaşır. Yayın terkedilmiş, devlete ait bir yeraltı laboratuarından yapılmaktadır. Biraz ipucu vermek gerekirse; devlet değişik denekler üzerinde ilaç deneyleri yaparak farklı boyutlara ulaşmaya çalışır (Nihayet Lovecraft, kısmen From Beyond). Karşılarına çıkan mahlukatlar Bölge 51'in uzaylıları değil, insanları takım elbise olarak kullanmayı seven yaratıklardır. Bu bilgilere deneyler esnasında çekilen görüntülerle ulaşmaktayız.
Her ne kadar ilginç bir öyküsü olsa da filmin bana göre aksayan noktası var. En önemli aksaklık, filmin türüne karar verememesi. Bulunmuş video (found footage) tarzı ile başlayan film gerilime daha sonra korku , ilerleyen noktalarında bilim-kurgu filmine dönüşüyor. Filmin çoğunda el kamerası ya da hareketli kamera kullanıldığı için, filmin başındaki video havasından kendimizi kurtaramıyoruz. Hikayenin dağıldığı yerde video ile geri dönüşler yapılması bazen filmin ritmini bozuyor (evet flashback sevmiyorum!).
Yine de filmin, soğuk bir kış gecesinde battaniyenin altına sığınmanızı sağlayacak tekinsiz bir atmosferi ve yerinizden zıplatacak birkaç efekti mevcut. Ama filmdeki kafa karışıklığı bazen odaklanmanıza engel olabiliyor. Filmin her dondurma çeşidinden tatmak isteyen bir çocuk gibi ,türden türe atlayabiliyor. Bu kadar dondurma karın ağrıtabilir diye uyarıp, ilk yönetmenin denemeye değer filminden tadına bakmanızı önerelim.










gfh

Across The River (Oltre il guado - 2013 / Nehrin Karşı Yakası)


Bazı filmlerin senaryoları, bazı filmlerin oyunculukları , kimi filmin ise atmosferi seyiriciye kendini izletir. Nehrin karşı yakası, atmosferi ile seyrettiren film kategorisine dahil bir İtalyan filmi. İtalyan filmleri denince ilk başta kalımıza Giallo'lar gelse bile korku dalında da bizlere pek çok başarılı örnek sunmuşlardı.
Önceden uyaralım, Nehrin karşı yakası için alışala geldik, karanlıktan fırlayan canavarlarla bezenmiş, bol görsel efekt soslu bir film bekliyorsanız, filmin menüsü sizi hayal kırıklığına uğratacaktır!
Filmde mümkün olabildiğince az diyalog olması, yönetmenin seyirciye hikayeyi çözmek için mümkün olabildiğince az ipucu vermesi, benzeri filmlerden farklı kılıyor. görev yapan bir Film boyunca asıl karakterini, asıl karakter ise değişik kameralarla vahşi hayvanları görüntülüyor. Karakterimiz, İtalya ile Slovenya sınırında görev yapan bir vahşi yaşam görevlisi. Zararsız tuzaklar kurarak, yakaladığı hayvanlara uzaktan izleme cihazları ve kameralar yerleştirerek, doğal ortamlarında izlemektedir. Yakalığı bir tilki onu sınıra yakın bir noktada bir nehre kadar sürükler.Giderek artan yağmurda zorla nehirden geçerken, suda sürüklenen bir geceliğe rastlar (kötü bir işaret/kehanet ?). Yağmurun şiddetini arttırması ile nehrin Slovenya tarafında karavanıyla kapana kısılır. Araştırmaları sırasında terkedilmiş bir köye rastlayan kahramanımız, tilkinin takibine devam ederken parçalanmış bir yaban domuzuna rastlar, öte yandan tilki de ortadan kaybolur. Koca bir boğayı parçalayan ne olabilir ki? Olayı detaylı olarak araştırmaya başlayan kahramanımızın kamerasına, vahşi hayvanlarla birlikte gecenin bir yarısı ormanda oyun oynayan iki kız takılır.
Bu esnada kısa aralıklarla, bilinmeyen bir mekanda yaşlı bir adam ve karısı ile karşılaşırız. Yaşlı adam bildiği sır yavaş yavaş ortaya çıkar. 2. Dünya savaşı sırasında, İtalya giren Slovenya milisleri, kahramanımızın kısılı kaldığı köye  girerler, bir evin içinde kahramınımızın da karşılaştığı kız kardeşlere birer sandalyede bağlanmış olarak rastlarlar ve kız kardeşlerden birisinin bağlarından kurtularak kameraya saldırması ile görüntü biter.
Kahramanımız , giderek artan yağmurun altında, karavanı olmadan, kız kardeşlerle başbaşa kalmıştır. Sivil gönüllürden oluşan arama ekibi yola çıkmıştır ancak zaman giderek daralmaktadır. Bu vahşi saklambaç oyununu kahramanımız kazanabilecek midir?








 Film oldukça basit tutulmuş. Görüntüler, gündüz çekimlerinde griya çalan kahverengi (güzel bir sonbahar havası yaratıyor), gece görüntüleri ise mavimsi bir gri rengi ile sunulmuş. İlk başta hayvanları kamerası ile izleyen kahramınımızı , zaman ilerledikçe aynı gözle seyrediyoruz. Ayrıca filmin pek çok karesinde su var. Su  karşımıza, Gerek akarsu, gerek bardakta ya da şisede sakince duran, tavandan yavaşça
Daha önce bahsi geçtiği gibi diyaloglar çok çok az. Yaşlı adamın açıklaması olmasa , diyalogların eksikliği hissedilmiyor bile. Müzik kullanımı da neredeyse yok denecek kadar az. Filmin çekimi için seçilen köy ve orman ise neredeyse, filmin hikayesinden daha korkunç.
Filmle ilgili, eksiler ise, kız kardeşlerin makyajları çok basit ve özensiz. Seyirci olarak , filmin asıl korkutucu unsurlarından daha ürkütücü olmalarını bekliyoruz. Sırlara vakıf yaşlı adam karakteri ise, hikayeye sonradan eklenmiş hissi veriyor, ister istemez filmin bütünlüğünde bir kopukluk yaratıyor. Yine de sadece filmin geçtiği mekanın atmosferini görmek bile insanın içini ürpertiyor.
Benzer atmosfere sahip başka bir film ise Filnadiya yapımı Sauna (2008) ile karşılaşmıştık. Nehrin karşı yakasının da yurt dışında pek çok film festivalinde seyirciyle buluşabildiğini düşününce, ülkemmizde ne kadar kısır bir döngünün içinde bulunduğunu rahatlıkla görebiliyoruz.  Düşük bütçeli ama başarılı yapımları yurtdışında pek çok korku ya da fantastik film festivallerinde rastlayabiliyoruz. Bu tarz filmler için hem pazarlama hem de tanıtım için faydalı olmakta. Ülkemizde az sayıda film festivali olması ve daha çok ana akım filmler üzerine yoğunlaşması için, benzeri filmleri ne yazık ki sinemada seyretme imkanı bulamıyoruz. Öncelikli temennimiz film festivallerimizin bağımsız ve sansürsüz olarak bizlere daha geniş kapsamda çeşit sunabilmeleri.