28 Eylül 2014 Pazar

Honeymoon (Balayı - 2014)

Korku ve gerilim filmleri, erkek hegemonyasından çıkalı uzun bir süre oluyor. Kathryn Bigelow, maçoluğun kalesi olan aksiyon filmlerinde başarısı sırasında Near Dark (1987) ile korku sulaına demir atmıştı. Antonia Bird 1994 yılında Ravenous (Yırtıcı) ile kendine has bir yamyamlık hikayesi yönetmişti (Önceki yazılarda bulabilirsiniz). Şimdi de karşımızda ilk uzun metrajlı filmi ile Leigh Janiak var. Hakkında fazla detay olmasa da, ilk uzun metrajlı filmi olduğunu, genç olmasına karşın ilk filmi başarı yolunda emişn adımlarla yürüdüğünü söyleyebiliriz.

Filmin oyuncu sayısı oldukça kısıtlı, sadece 4 kişiden oluşmakta. Filmin geçtiği alan da sınırlı olunca neredeyse oda tiyatrosunda filmi seyrettiğiniz hissine kapılıyorsunuz. Başrollerde Rose Leslie (Game Of Thrones'un Ygritte'i) ve Harry Treadaway var. ABD Yapımı bir filmde başrol oyuncularının biri İskoç , diğerinin de İngiliz olması yarı bir ironi!



Konusu: yeni evlenen Bea ve Paul, balayı için Bea'nin babasının ormandaki evini tercih etmişlerdir. Doğanın içinde yalnız başına vakit geçirmenin tadını çıkarırlarken, (Bea'nin geçmişinden rolünü bilemediğimiz) Will ve Annie'nin kavgalarına şahit olurlar. Bir gece duydukları evinden dışından gelen ses ve ışıklar, Paul'ı rahatsız eder. Paul giderek , Will'den kuşkulanmaya başlarken, yine bir gece uyandığında yanında Bea'nin olmadığını görür ve dışarıda yarı çıplak olarak bulur. Bu olaydan sonra Bea giderek Paul'den uzaklaşmaya başlar. Paul ise bunun nedenlerini araştırırken hiç ummadığı bir sonuçla karşılaşacaktır.
Film, korku elementlerinden çok Paul ve Bea arasında giderek büyüyen gerilime odaklanıyor. Başarılı oyunculuklar sayesinde gerilim filmi sürüklüyor. Sonuçta bir drama/gerilim/bilim-kurgu filmi karışımı. Bilim-kurgu ve korku kısmı için The Invasion Of The Body Snatchers (1978) ve The Thing (1982) senaryonun nasıl ilerlediği konusunda bize biraz ipucu verecektir. Benzer konulu daha hareketli ve sert bir film arıyorsanız Almost Human (2013) filmini deneyebilirsiniz.

14 Eylül 2014 Pazar

Ahi Va El Diablo (Here Comes The Devil) (2012)



İşte şeytan geliyor...Sıcaktan, çölden, uzaklardan, kısacası Meksika'dan. Güney Amerika'nın bu sıcak ülkesinden zaten, maskeli güreşçiler tekila haricinde de değişik şeyler çıkıyordu. 2010 yılında Somos Que La Hey (We are what we are) ile tanıştık. Kendi halinde bu film, uluslararası bir başarıya ulaşınca Hollywood'un gözünden kaçmadı ve aynı isimle 2013 yılında hikayenin geçtiği yer Amerikan kırsalına uyarlanarak tekrar çekildi.
Sene 2012 ve Meksika'da yine uğursuz olaylar olmaya devam ediyor. Film biraz hızlı başlıyor, iki lezbiyenin ateşli geçen gecesi, evlerine giren bir adamın birisini fena halde dövmesi ile bozulur, kavga esnasında kadının iki parmağını kesen sapık, kadının partnerinin kafasına sert bir cisimle vurması sonucu kaçmasını sağlar. Sapığımız kolleksiyonu olan diğer parmaklarla birlikte bir tepeya kaçarken görürüz, daha sonra sapığımız soyunarak tepede bir mağraya girerken sekans biter.
Bu arada  Felix ve Sol iki çocukları ile tatillerinin dönüşünde kızları Sara'nın ergenliğe adım attığını öğrenirler. Durum konusunda annesi Sara'ya yol gösterirken, bir benzincide durarak elbiselerinin değiştirmesine yardımcı olurken , garip bir adam tarafından izlendiğini görür. Olayın şokunu atlatmak için hem de oyun olsun diye çocuklar tepeye gitmek istediklerini söylerler ve annelerinden 1.5 saatlik izini koparırlar. Çocuklar tepenin yoluna koyulurlarken, anne ve baba ufak bir kaçamak yaparlar ve uyuyakalırlar. Uyandıklarında 1.5 saat çoktan geçmiş ve çocuklardan iz yoktur. Zaman geçmesi ile polise de haber verilir. Bir motelde dinlenmeye karar verdiklerine , aslında çiftin arasında ciddi problemler olduğunu görürüz. Tekrar aramaya çıktıklarında, marketteki yaşlı bir amca (filmlerde hep uyaran yaşlı amca bu sefer geç kalmış gşbş gözüküyor!) tepenin lanetli olduğunu ve pekçok insanın kaybolduğunu açıklar. Çocukları beklerken, Felix arkasından geçen kamyonet dikkatini çeker, acaba çocuklar kaçırılmış mıdır?
Filmin ilk yarısı özellikleHollanda yapımı gerilim filmi  Spoorloos (The Vanishing 1988) ve Avustrulya yapımı Picnic At The Hanging Rock (1975) filmlerinin karışımı bir havada ilerliyor. Filme doğaüstü bir yardımcı konu eklenmeden de heyecen içinde seyredilebilir durumda. Ancak işler Meksika'da böyle yürümüyor tabii! İşte şeytan geliyor...
İşte o sırada çocuklar tepeden elele sanki hiçbir şey olmamışçasına gelirler. Çocuklarına kavuşan aile evlerine dönerler. Çocuklar eskisinden daha sessiz ve sakindir. Usulca okullarına gitmeye devam ederler ancak özellikle anne çocuklardaki değişimi fark eder. Baba ise o akşam gördüğü kamyonetten şüphelenir. Aynı kamyonete çocukları ile rastladıklarında, çocuklar değişik tepkiler vermeye başlar.Tekrar tepenin etrafındaki markete gittiğinde yaşlı amcamızdan (yine geç kaldın!), kamyonetin sürücüsünün aynı zamanda kızını izleyen kişi olduğunu da öğrenir. Karı-koca şoföre bir ziyaret planlayıp, çocuklarını dadıya emanet ederler. Ummadıkları gibi geçen ziyaretin sonucunda , eve döndüklerinde evde dadıyı bulamazlar, dadıya telefonla da ulaşamazlar, çocuklar ise yataklarında mışıl uyuyordur. Kısa bir süre sonra okuldan gelen telefonla Sol'un aklı iyice karışır; her sabah okula bıraktıkları çocukları okula gitmemektedir. Bir sabah çocuklarını gizlice takip eden Sol, çocuklarının okul yerine tekrar aynı tepeye gittiklerini keşfeder...
Filmin ikinci yarısı ise Coen kardeşlerin ilk başyapıtlarından Blood Simple (1984) ve Omen (1976) arasında devam ediyor. Neden tercih edildiği anlaşılmayan gereksiz zumlar hariç filmin gidişatını etkileyen faktörler yok. Kısa bir süre sonra bu filmi de (vahşet ve cinsellik içeriği azaltılmış olarak) Hollywood'un el atacağını tahmin ediyorum.
Kimi zaman konun gidişatı tahmin edilebilir olsa bile yine de heyecan içinde seyredebileceğiniz bir film. Klasik şeytan çıkarma ayinli filmlerden sıkıldıysanız, ve biraz kara film sosu biraz da yakacak kadar acı salsa soslu korku ve gerilim filmi arıyorsanız, işte şeytanınız geliyor...

Alone In The Dark (1982)

80'Ler; daha az kan daha , daha detaylı hikayeler, daha az bilgisayar destekli grafikler ama daha fazla makyaj demekti. 70'lerde Exorcist (1973) ve Jaws (1975) gibi filmler sayesinde, korku/gerilim filmler diğer türler içinde hakettiği yere ulaştı. 80'lerle beraber devam filmleri ile de tanıştık. Elm Sokağında Kabus ve 13. Cuma serileri büyük başarı elde etti ve korku sinemasına ciddi bir seyirci potansiyeli taşıdı.
80'lerde seyrettiğimiz, çok hoşumuza giden ama unttuğumuz ya da çok yakınından ıskaladağımız pek çok filmi de barındırdı.
Alone In The Dark'da bu filmlerin başında geliyor. Başrollerde Donald Pleasence (Halloween serisinin Dr. Sam Loomis'i), Martin Landau (Ed Wood'da (1994) Bela Lugosi olarak tanıdık),  Jack Palance ve Dwight Schultz (A-Takımı dizisinin çılgın pilotu Murdock) gibi pek iyi ve yıldız oyuncuyu bulunuyor. Gerçi filmin yönetmeni Jack Sholder'ın ilk uzun metrajlı filmi olmasına rağmen, ilerleyen zamanlarda Elm Sokağında Kabus 2 (1985), The Hidden (1987) gibi filmleri de yönetti.
Filmin hikayesi; Doktor Dan Potter eşi ve kızı ile birlikte  mutlu bir yuva kurmuşken, yeni işi olan Haven akıl hastanesinde yeni görevi ile tüm dünyası değişecektir. Hastanenin egzantrik müdürü Leo Bain (Donald Pleasence) yeni hastaları olan Vaiz (Preacher / Martin Landau- kiliseleri içinde insan varken ataşe veren) Byron Sutcliff, Şişko (Fatty - Çocuk tacizcisi, 200 kiloluk dev), Frank Fawkes (Sosyopat / Jack Pallance) ve yüzünü göstermekten hoşlanmayan kanayan (Bleeder / her cinayetten sonra burnu kanayan) gibi dört karakterin doktorluğunu üstlenecektir. Psikopatlarımız ise, sevdikleri eski doktorlarının , yeni gelen doktor tarafından ortadan kaldırıldığını düşünerek, intikam planları hazırlamaya başlarlar. Bu arada ailenin yanına doktorun genç kız kardeşinin gelmesi ve aklı bir karış havada bebek bakıcılarının da evde zaman zaman bulunması hedefi daha da büyütmelerine neden olur. 
Akıl hastanesi, teknolojik olarak (zamanına göre) ileri olduğu için psikopatlarımızın kaçması zor gözükmektedir, ancak şehirde yaşanan büyük bir elektrik kesintisi durumu kolaylaştırır (ister istemez ileri teknolojili bir klinikte neden elektrik jeneratörü olmadığını merak ediyoruz). Sağlık görevlisini ber taraf edip, doktromuzun ev adresine ulaşırlar. Yolda yağmalanan bir alışverişine uğrayıp, silah ve giysilerini de temin ettikten sonra (bleeder karakteri kendisine bir hokey maskesini tercih ederken (Jason'dan önce hokay maskesini tercih edenlerde vardır!), otoparkta bir kamyoneti sürücüsünü de katlettikten sonra kamyonetine de el koyarak ,artık bir aracada sahip olurlar. Bu arada Bleeder karakteri ortadan kaybolsa da ileride karşımıza tekrar çıkacaktır... 
Güzel bir hikayeye sahip olmasına rağmen hikayede (jeneratör eksikliği gibi) birçok boşluk bulabiliyorsunuz. Bu boşluklar özellikle, Martin Landau'nun mükemmel oyunculuğla dolduruluyor. İzlerken bir yandan hikayenin evde geçmesi ile keşke evin yapısı daha iyi tanıtılmış olsa diye düşünmeden de geçemiyorsunuz. Bleeder karakterine benzer bir karakteri (neredeyse hikaye olarak da aynı gelişen) Valentine (1991) filminde de rastalamaktayız.
Sonuç olarak bir cuma akşamı zevkle seyredebileceğiniz, sizi çok korkutmayacak ama asla seyretmekten sıkılmayacağınız bir gizli hazine karşımızda. Seyrederken 80leri yad etmemek mümkün değil!

11 Eylül 2014 Perşembe

The Poughkeepsie Tapes (2007)

Son yıllarda her çekilen korku ya da gerilim filminin büyük bir bölümünün (found footage) kayıp/bulanan görüntü kaydı filmi olması aslında çok büyük bir tesadüf değil. 1999 Yılının büyük olayı olarak takdim edilen Blair Cadısı (The Blair Witch Project) filmi sayesinde, yapımcıların ve yönetmenlere filmlerini ucuza mal etmenin yolu açılmış oldu. Her ne kadar pek hazzetmesem de, bu tip filmler korku/gerilim filmlerinin koynunda büyümeye ve bir alt tür oluşturmaya başladı. Böylelikle hatırı sever bir izleyici kitlesine ulaştı. Açıkçası (Bence bir antoloji sayılması gereken) V/H/S film serisi haricinde çok dikkatimi çeken bu türde film olmadı, ta ki The Poughkeepsie Tapes ile tanışıncaya kadar.


Film, türünün neredeyse her örneği olan bir grup (zibidi) genç (mutlaka kızlı erkekli ve bir erkek fazlası ile) ellerine kamera alıp, lanetli evler, tekinsiz ormanlar, terkedilmiş binalarda uyarılara rağmen ellerini sallayarak dolaşmalarını anlatmıyor. Zaten hikayemiz ne kristal gölünde ne de Elm sokağında ne de kapatılmış bir akıl hastanesinde geçmektedir. Olaylar tamamen , Amerika'nın merkezinde, New York eyaletinin belki de en vasati şehri olan Poughkeepsie şehrinde geçiyor. Film polislerce bir evde (bahçede gömülü pek çok ceset ile) yüzlerce video kasetin bulunması ile başlıyor. Kasetleri izleyen uzmanların, belki de tarihin en büyük seri katili ile karşı karşıya olduklarını anlamaları çok uzun sürmüyor.
Filmin ilerleyişi bir belgesel ritminde ilerliyor (en doğal haliyle bu film zaten aslen uydurma bir belgesel!). Zaman zaman FBI uzmanları, profilcileri, kimi zaman olayı zamanında incelemiş emekli polisler (göbekli ve barbekülerinin başında!), kimi zaman ise kurbanların yakınlarının hayali röportajları ile ilerliyor. Katilin kimliğini film boyunca öğrenemiyoruz, geçmişi hakkında bize pek ipucu vermiyor, hatta tam olarak kendisini bile (video çekimlerinde bir nebze) göremiyoruz. Zaten görmeye de ihtiyaç duymuyoruz, hiakyenin heyecanı bize izin vermiyor. Sözde video kasetlerinde ilk cinayet açıklandıktan sonra, katilin gelişimini, methodlarını nasıl geliştirdiğini , uzmanların açıklamasıyla heyecan içinde seyrediyoruz. Ancak filmin belki de en büyük eleştiri noktası buradan başlıyor... Seri katiller belli bir yönteme göre hareket edip, en zekisi bile hata yapabilmekteyken, katilimiz sürekli yöntem değiştirip, adam kaçırma, cinsel saldırı, işkence ve daha pekçok yöntem kullanarak, cinsiyet , yaş  gözetmeksizin gözünü kırpmadan yoluna devam ediyor. Bir noktadan sonra seri katilimizin bir tür Freddy Krueger dönüştüğünü hissetseniz bile, method ve maskeleri ile daha çok Testere filmindeki katil şeklini alıyor.






Filmin yönetmeni, John Erick Dowdle, bu filmden sonra Karantina (2008) (İspanyol Rec filminin tekrar yapımı ve Şeytan (Devil - 2010) filmleri ile devam etti. Her iki filmde eli yüzü düzgün ama Poughkeepsie kadar özgün filmler değildi. Umarım yeni filmi As Above, So Belove ile tekrar büyük bir başarı yakalar.
Bu film herkesin midesine göre görsel zevkine göre değil! Eğer iyi bir gerilim filmi izleyicisi iseniz ve 80'lerin VHS görüntülerine özlem duyuyorsanız, vakit kaybetmeden bu zevkten mahrum kalmayın derim....

Pickman's Muse (2010)

Howard Phillips Lovecraft, korku edebiyatının en başarılı ve en çok ilham veren, aynı zamanda değeri sonradan keşfedilen yazarlarından biridir. Robert E. Howard (Conan ve Kull'ın yaratıcısı), Clark Ashton Smith ve Robert Bloch'un başını çektiği rüya ekibiyle, Weird Tales dergisi altında günümüz korku mitosunun yaratıcıları oldular. Yayınlanan pek çok hikayeleri, daha sonra Stephen King gibi pek çok yazara ilham verdi ve korku sinemasına şekil verdi. John Carpenter'ın 1994 yapımı "In The Mouth Of Madness" filmi de doğrudan H.P. Lovecraft'ın bir hikayesine bağlı olmasa bile , pek çok hikayesini referans alarak güzel bir bileşim hazırlamaktadır. Hatta filmin kahramanın hikayesi içinde  (filmimizin de ismi gibi) Pickman's Motel adlı gizemli bir motele uğramaktaydı. Lovecraft'ın hikayeleri her ne kadar çok ürkütücü olsa da , yazarın hayal gücünün yaratımlarını fiziksel hale mekanik i makyaj ya da bilgisayar efekti ile ekrana yansıtmak masraflı olduğu için, uyarlanan filmler bu eksiklikle bir adım geride kaldı. Başta Dan O'Bannon ve Biran Yuzna gibi yönetmenler hikayeleri sinema ekranına başarılı olarak yansıtlarda, beklenilen patlamayı bir türlü gerçekleştiremediler. Meraklıları için , 1985 yapımı "Re-animator", 1986 yapımı "From Beyond", 1991 yapımı "The Ressurected". 1993 yapımı bir antoloji olan "Necronomicon: Boom Of Dead" filmlerini tavsiye ederim. Ayrıca yazarın hikayelerinin ülkemizde İthaki yayınları tarafından da yayınladığını hatırlatalım.

Filmimiz nispeten yakın bir tarih olan 2010 yılında çekilmiş olan Pickman's Muse adıyla yayınlandı. Temel olarak yazarın Pickman's Model hikayesinden uyarlanmış olsa da, hikayeden farklılıklar içermekte. Hikayede ressamımız Pickman ilhamını bir yaratıktan almakla birlikte, filmde ilhamı bir kiliseden alıyor.

Kısaca hikayeyi özetlersek:

Yalnız yaşayan ressamımız Robert Pickman, yaşamını doğa resimleri yaparak kazanmaktadır. Zaman içinde ilhamını kaybeden Pickman, kendisini evinin pencerisinden gördüğü kilisenin eskizlerini çizerken bulur. Eskizler giderek tuvale yansımaya başlayınca sanat galerisi sahibi ile görüşerek satmaya çalışır. Galeri sahibi resimlerin kendisine ait olduğuna inanmaz, çünkü çok benzer resimler Goodie Hines adında başka bir ressam imzalı olarak yapılmıştır. Şanısımıza Goodie Hines işlediği cinayetler nedeniyle akıl hastanesine kapatılmıştır. Hikayeninin bu noktasında Dr. Dexter devreye girer. Dr. Dexter (yazarın başka bir hikayesi olan Charles Dexter Ward'ın garip vakasına gönderme yapılarak...) hem ressamımızın hem de Hines'ın danışmanı/dokturudur. Pickman resmettiği uğursuz kilisenin içinde araştırma yaparken, Dr. Dexter'da her iki hastaının ortak yönleri olan resimler hakkında araştırmaya başlar. Pickman'ın yarı uyanık rüye gibi kilise ziyaretleri ve bu nöbetler sırasında bilinç dışı çizimlerinn yanı sıra gaipten gelen sesler de işlerin kontrolden çıkmasına neden olur. Doktorun araştırmaları da kilise üzerine yaoğunlaşırken, kullanım amacının bildiğimiz ibadetlerden farklı amaçlı kullanıldığını görür. Kilisenin bahçesinde gördüğü çarmıha gerilmiş küçük ahtapot bu konuda biraz daha ipucu verir.
Maddi olarak kısıtlı bir bütçe ile gerçekleştirildiği için görsel efektler de kısıtlı olmasına rağmen filmin kendine has bir havası var. Özellikle ışıklandırma ve başrol oyuncusunun (fiziğinin de etkisi ile) oyunculukları başarılı. Yönetmenin ilk uzun metrajlı filmi olmasına rağmen, samimi yaklaşımı ile alkışı hakediyor.
Görsel efektlere donatılmış , kanlı bir film bekliyorsanız hayal kırıklığına uğrayacağınız kesin. Ancak bu filmle yönetmenin daha sonra çekebileceği filmler için bir umut ışığı doğruyor.