15 Aralık 2014 Pazartesi

Tusk (2014)

Yönetmen Kevin Smith'i  (Nam-ı diğer sessiz Bob) tanışmamız 1994 yılında Clerks filmi ile olmuştu. Siyah beyazın tonlarındaki film, Dante'nin çalıştığı markette geçmekte ve egzantrik arkadaşı Randall ile maceralarını anlatmaktaydı. Mükemmel diyalogları ve kara komedi anlayışı ile gönlümüzde taht kurmuştu. Kevin Smith (sessiz Bob (film boyunca konuşmamaktadır) ve dostu Jay (Jason Mewes) ile filmi şenlendirmiştiler. Filmin gişe başarısından sonra sırasıyla Mallrats (1995) (bu sefer maceramız alış veriş merkezinde geçmektedir, Chasing Amy (1997) ile filmlerin romantizm boyutunu iyice arttırsa da, Dogma (1999) ile her zaman ki komedi tarzına fantastik dokunuşlarla dönüş yaparlar. Sonrasına Jay and Silent Bob Strikes Back (2001) (Bu sefer başrollerde asıl ikilimiz mevcut) ve Clerks II (2006) ile Smith en iyi bildiği konular (haliyle komedi) etrafında filmlerine devam eder. Sene 2008 olmuştur ve biraz daha gişeye oynayan Zach & Miri Makes A P*rn* (Garip Bir Aşk Öyküsü) ve 2010 yılında Bruce Willis başrolüyle Cop Out (Zorlu Takip) filmlerini yapmaya karar verir. Herşey yolunda sakince ilerlemektedir, ta ki 2011 yılına kadar...

2011 Yılında Kevin Smith hayranları farklı bir tür ile karşılaşır; gerilim. Red State (Şeytanın İni), içinde ne kadar kara komedi içerse de , film boyunca kan gövdeyi götürmektedir. Orta Amerika'da macera arayan bir grup genç internet üzerinden tanışdıkları bir kadınla buluşmak isterlerken, bir tarikatın tuzağına düşerler. Onları cezalandırmak isteyen tarikat ile F.B.I.'ın çatışması arasında kalacaklar ve sonuç herkes için çok kanlı olacaktır (en azından seyirciler için). Komedi dozu asgariye indirilip, sertlik derecesi en üst noktaya çıkan film, aslında ciddi bir sistem eleştrisi içermekteydi. Ne yaptığının farkında olan tarikat lideri (Muhteşem oyunculuğla Michael Parks), kafası karışık gençler ve onlardan daha kafası karışık F.B.I. ajanları...Kevin Smith hayranları için komedi ne kadar acımasız olmuşsa bu sefer gerçeklik o kadar acımısız olmuştu!
Sene 2014, bu sefer Tusk ile Smith hem gerilimi hem de kara mizahı daha üst düzeylere çıkartmayı başarmış gibi gözüküyor. Ana fikir Kevin Smith'in Podcast'leri sırasında deniz ayısına dönüşen bir adamın komik öyküsü ile çıkmış. Dinleyicilerinin isteği ve desteği  (Twitter'da #Wallrusyes diyerek) ile filme dönüştürmeyi kararlaştırmış. Filmde de Big Lebowski filmine hayranlığını belirtmelerini referans alarak, aynı filmden Donny karakterinin bir bowling sahnesinde (filmde o kadar çok var ki! Tekrar seyrederseniz dikkatinizi çekecektir) sürekli "I'm the walrus" (ben deniz ayısıyım) repliğinden fikrin çıktığını tahmin etmekteyim. Fikir geliştikçe, dehşet şekil almaya başlayacaktır...
Kahramanımız Wallace ve partneri Teddy eğlenceli konular hakkında Podcast'ler hazırlamaktadırlar ve iyi de hayran kitleleri olan, hayatta çok dertleri olmayan gençlerdir. Wallace için kız arkadaşı Ally bile sadece bir eğlence aracıdır. İnternette rastaladıkları Kill Bill Kid vidyosunda kendi bacağını kesen pek bir ahmak genç ile röportaj yapmak için kahramınımız, Kanada'ya doğru yola koyulur. Kill Bill Kid'in cenaze törenine yetişen Wallace, eli boş dönmemek için , bir barın tuvaletindeki ilginç ilanın sahibini bulmaya karar verir. İlan, anlatacak ilginç hikayeleri bulanan Howard Howe adlı kişinin, ev işlerini yapması ve karşılığında evde kalmasını ve karşılığında ilginç hikayeleri paylaşmasını içermektedir. Bu cazip teklife karşı koyamayan Wallace , Howard'dan ev adresini alır ve bir koca bardak gazoz ile yola koyulur. Howard, kocaman köşk içinde, tekerlekli sandalyesi ile Wallace'ı karşılar. Sıcak bir çay ile 2. dünya savaşı sırasında Ernest Hemingway ile yaşamış olduğu ilginç hikaye ile  iyice heyecanlanan kahramınımızın ilgisi, Howe'un gençliğinde yaşamış olduğu talihsiz deniz kazası ve sonrasında bir deniz ayısı (filme adını veren bay Tusk) hikayesi ile doruğa çıkarken, çayının içindeki sakinleştiricinin etkisi ile yarıda kalacaktır. Howard'ın , Wallace için sadece hikayelerini paylaşmaktan başka bir amacı vardır; kendi kahramanı deniz ayısı bay Tusk'ı tekrar ete kemiğe büründürmek. Howard yavaş yavaş uzuvlarını kaybederken, içindeki hayvanı (dolayısıyla heyecanı) geri kazanacaktır. Yardıma gelen kız arkadaşı ve Teddy yanlarına eski polis Lapointe (Pembe panterin dedektifi Clouseau'nun kötü bir taklidi) ile Wallace'ı kurtmaya çalışacaklardır.



Michael Parks'ın Howe karakteri, tüm Kevin Smith filmlerinde olduğu gibi çok başarılı. Justin Long da filmin ortalarından sonra çok diyaloğu olmasa bile Parks'a güzel eşlik ediyor. Filmin, oyunculuk adına tek ritmini bozan karakteri Lapointe , Johnny Depp, Peter Sellers olmaya bu kadar özenmese , filmde bu kadar sırıtmayacakmış hissini, her ekranda gördüğümüzde bize veriyor.
Filmin gerilim dozu, komedi dozuyla yarışacak miktarda. Yavaş başlayan film sonlara doğru hızını iyiden iyiye arttırmakta. İnsanın içindeki hayvanı çıkartmak ana fikrinin dışında pek çok yan düşünceyi de içeriyor. Filmde ilginç pek çok diyalog var ve sıkılmadan filmi izliyorsunuz.
Filmi izlediğinizde her ne kadar absürd bulsanız da , ileride tekrar seyretmekten zevk alacağınız bir film karşılaşacaksınız. Muhtemelen değeri sonradan anlaşılacak olan filmi, sadece komedi ya da gerilim olarak seyrederseniz sizi hayal kırıklığına uğratacaktır. Yine de bir şans vermek  102 dakikanıza değecek ve ilginizi çekecek bir şeyler mutlaka bulacaksınız. Herkesin anlatacak ilginç bir hikayesi vardır!

25 Kasım 2014 Salı

The Borderlands (2013)

Yine bir bulunmuş/kayıp görüntü filmi ile karşılaşınca ister istemez keyfim kaçmıştı.  Yine de The Borderlands filmine seyretmek için bir şans verdim ve pişman olmadığımı belirtmeliyim. 
Filmimiz İngiltere'de geçiyor. Geçmişi biraz karanlık olan ve alkol problemi olan eski rahip Deacon ve kamera konusunda uzman ama biraz uçarı Gray, Vatikan tarafından İngilterede küçük bir kasabadaki kilisede meydana gelen olağanüstü olayı araştırmak için görevlendirilirler. Olay, bir vaftiz sırasında meydana gelmiş, sunağın üzerindeki tüm eşyalar hareket ederken, görüntülenmiştir.     İkilimiz olaya şüpheyle yaklaşıp, görüntüleri inceleyip, olayı yaşayan rahip ile görüşürler. Rahip, olayı yaşadığından emin olduğu gibi giderek kendini olaylara daha çok kapıldığını görürüz. Gray'in teknoloji harikası kameraları ile hem kaldıkları evi hem de kiliseyi donatırlar, yetmediği gibi kafalarına da uyku harici çıkarmadıkları minik kameraları takarlar (iyi bir fikir, bu şekilde diyaloglara da şahit olabilmekteyiz). Evlerinin dışında yanam bir koyun , kiliseden gelen garip sesler, rahipten ve halktan kuşku etmelerini sağlar. Ancak olağanüstü okayların artması ve kilisenin rahibinin gözleri önünde intihar etmesinden dolayı şüpheleri giderek artmaya başlar. İntihardan sonra Vatikan olaylara müdehale etmek için peder Mark'ı ikilimize göz kulak olmak için göndermiştir. Mark, pek de sempatik olarak tanımlayamayacığımız, işi kitabına uygun kapatmak isteyen bir görevlidir. Kendini alkole iyice kaptırmaktadır ve Mark ile ters düştüğü için, Vatikan tarafında pek tasvip edilmeyen peder Calvino'dan yardım isterler. İşin aslı kilise, Hristiyanlık öncesi bir Pagan kutsal alanına inşa edilmiştir...
Son yıllarda seyrettiğimiz Vatikan ve şeytan çıkarma konularının dışında , dini temalı filmlere pek tanık olmamıştık. Filmin  artı yanlarından biri, din üzerine kurulmuş olmasına rağmen konuyu suistimal etmemiş olması. Hristiyanlık temasının altında Pagan inanışlarına da aynı mesafe ile yaklaşması filmi daha inandırıcı kılıyor. İkincisi oyunculuklar çok başarılı, özellikle Deacon rölünde Gordon Kennedy rolünün hakkını vermiş. Çok fazla görsel efekt olmamasına rağmen, film boyunca korkutucu anlar yaşayabilirsiniz.
Benzeri pek çok film olmasına rağmen, sıkılmadan izleyebileceğiniz bir film. 

As Above So Below (Derin Kabus - 2014)

As Above So Below; haberini ilk aldığımızda, 2014 yılının en iddialı korku filmleri arasında olmaya aday olduğunu düşünmüştüm. Daha önce Poughkeepsie Tapes ile dikkatleri çeken John Erick Dowdle'ın yeni filmini dört gözlemeye başladık... ve sonunda ülkemizde seyretme fırsatımız da oldu.
Yönetmen bu sefer mekan olarak Paris'i ve yeraltındaki mezarlarını seçmiş. Paris'in ünlü yeraltı mezarları  daha önce Catacombs (2008) filminde de mekan olarak seçilmiş ancak bu konuda çok başarılı olamamıştı. Yer altı deyince aklımıza Creep (2004 - Londra metrosunun gizli katili), Raw Meat (Death Line - 1973 - Yine Londra metrosu bu sefer yamyam bir aileye yuva olmaktadır (Filmle ilgili ufak bir yazımız mevcuttur)) ve Descent (2005 ve 2009 - Amerika'nın dağlarında keşfedilmemiş bir mağarayı keşfe çıkan dağcıların macerası) filmleri geliyor.İşin ilginç tarafı, geçen tüm filmlerin, ana kahramanlarının kadın olması. Tahmin edeceğiniz gibi, filmimizin asıl kahramanımız da bir kadın.



Filmin konusuna gelecek olursak;
Simyada geçen efsanevi filozof taşının peşine düşen arkeolog Scarlett ile ilk tanışmamız İran'da gerçekleşmektedir. El kamerası ile kaydettiği macerası onu İranda bir yeraltı tüneline kadar götürmüştür. Tünelde bulduğu boğa heykelindeki yazıları görüntüleyen kahramınımız , alarmların çalmasıyla hızla kaçar.
Bir sonraki sahnede Benji karakteri ile tanışırız. Scarlett'in bir sonraki macerasını belgeleyecek olan kameramınız Benji de artık maceraya ortak olacaktır. Scarlett'ın yolu bu sefer Paris'e düşer ve araştırmaları onu ünlü simyacı Nicolas Flamel'in mezarını kadar götürür. Bulduğu yazıları çevirebilmesi için daha önce birlikte Türkiye'de talihsiz bir macera geçirdikleri (muhtemel bir karşılıksız aşk da içeren) George'dan yardım isterler. Çeviri de filozof taşının yer altı mezerlığında öğrenen grup (George'un itirazlarına rağmen), mezarları iyi bilen mağaracılar olan Papillion, Souxie ve Zed'i bulacakları hazinenin yarısını paylaşma vaadi ile yer altına inerler.
Yeraltına indiklerinde Souxie , buldukları bir geçitten geçmemeleri, burada köstebek lakaplı arkadaşlarını kaybettiklerini ve bulamadıklarını belirtir. Göçük nedeniyle sıkışan grubumuz istemeden bu geçitten aşağıya doğru inmeye başlar. Bundan sonrası Dante'nin Inferno'suna dönmektedir. Aşağıya indikçe geçmişleri ile yüzleşecek, yaptıkları hatalar bir bakıma aynanın diğer tarafında intikam için yakalarına yapışacaktır.

4

Filmin referanslarından birisi Tomb Raider filmi, baş karakterinin arkeolog bir kadın olması, ölen babası ile yüzleşme imkanı, arkadaşının hapisanede kalmış olması, çözülecek bulmacalar ve bolca aksiyon, serinin devam filmi hissini veriyor. Ayrıca FPS (kişisel görüş kamera görüntüsü) seyişrciye sanki bir oyunda olduğu havasını veriyor. Bu noktada bilgisayar oyunu oynamayı seven gençleri çekecek bir özellik.
Filmin asıl referansı ise 1980 yapımı Dario Argento'nun Inferno (Cehennem) filmi. Her ne kadar mekan olarak, Roma de geçse bile, filmin bir simyager üzerine araştırma sürmesi, cadılar, yer altı su sahnelerini senaryosunun içerisine iyi yedirdiği belli oluyor.
Filmin başka bir referansı ise 1990 yapımı Flatliners. Geçmişin intikam olarak dönmesi fikri bu filmden alınmış gibi...
Scarlett ile George arasındaki gizli aşk filmin ritmini zaman zaman bozsa da, film klostrofobi duygusunu iyiyiden iyiye içinize işliyor. Ritim bozucu başka bir konu ise Scarlett ile babasının ilişkisi yeteri kadar iyi işlenememiş olması. İster istemez insan keşke karakterler daha iyi kurgulansaymış demeden geçemiyor.
Yine de sıkılmadan iszleyebileceğiniz, zaman zaman sizi şaşırtabilecek hatta korkutabilecek bir yapım.
Yine de bana kalırda yılın en iyi korku filmi değil...

29 Ekim 2014 Çarşamba

Cassadaga (2011)

Cassadaga ismini duyup, filmin afişini gördüğüm zaman aklıma ilk olarak güney asya yapımı, bol kanlı bir korku filmi ile karşı karşıya olduğumu sanmıştım. Oysa (cahilliğimi maruz görün), Cassadaga meğer kuzey amerikada bir şehir imiş... İlk yanılgımdan sonra (biraz hayal kırıklığı ile de olsa) filmi seyretmeye başladığımda aslında ilginç bir yöne doğru giden bir film ile karşılaştım.
Filmin yönetmeni Anthony DiBlasi, bu blog'da ilk incelemem olan ve blog'a da ismini veren Dread filminin yönetmeni. Bu filmi ne kadar senaryonun alındığı kısa hikayenin alındığı Kan Kitabın'dan Clive Barker hatrına seyrettiysem de, yine de sonrası için iyi umut vermişti.
Filmin kısaca hikayesine bakacak olursak:
Kız kardeşi ile Fransa'ya taşınmanın hesaplarını yapan Lily, kardeşini bir aracın çarpması ile kaybedince, Cassadaga şehrinde aldığı bir burs ile öğretimine bu şehirde devam edip, aynı zamanda bir ilkokulda resim öğretmenliği ile hayatını kazanmaya karar verir. Yeni taşındığı evin sahibesi çok iyi karşılaşasa da, evin oğlu pek tekinsizdir. Öğrencilerinden birisi tarafından özel ders verirken, öğrencisin yakışıklı yakında boşanacak babası Mike ile tanışır. Biraz da sosyalleşmek amacıyla Mike ve başka bir çift ile ruh çağırma seansına gitmeye karar verirler. Lily'nin asıl amacı vedalaşamadığı kardeşiyle son bir kez daha görüşebilmektedir.Seans sırasında beklenmedik bir  durum oluşur, Lily farklı bir ruhun etkisi altına girer. Huzura kavuşmamış bu ruh, kurbanlarını eklemlerinden keserek (canlı canlı), el ve bacaklarını metal bağlantılar ile bağlayıp, birer canlı kukla haline getirerek zaman geçirmekten hoşlanmakta olan bir seri katilin kurbanı olmuştur. ve Lily'den katilinin bulmasını istemektedir. Mike'ında yardımıyla, olayları araştıran Lily, hem hayaletten kurtulmaya hem de seri katilimiz Gepetto'dan kaçmaya çalışacaktır.

Filmin hikayesi pek çok yerde A Stir Of Echoes (1999) filmi ile paralel gidiyor. A Stir Of Echoes, Richard Matheson gibi bir ustanın kaleminden çıktığı ve David Koepp gibi başarılı bir senarist tarafından senaryolaştırıldığı altyapısı sağlam bir korku filmi başarısını dönmüştü. Cassadaga iiçin aynı şeyleri söylememiz çok mümkün değil; ilk olarak filmde yan karakterler hikayenin önemli noktalarına gelemeden senaryodan çıkabiliyor ve filmin inandırıcılığını kötü etkiliyor. Mike ve Lily hariç karakterlerin arka planları hakkında pek çalışılmamaış, insan ister istemez Gepetto hakkında daha fazla bilgi istiyor. Ayrıca Gepetto karakterinin normal yaşamda kim olduğunu bulmak, seyirci için çok kolay ve heyecanı daha erken kaçırıyor.
Yine de A Stir Of Echoes'a eklenen psikopat seri katil fikri filmi sürekleyen en büyük etken. Hatta işin ruhani kısmına kaçmadan sadece Gepetto üzerine yoğunlaşsaymış daha başarılı olurmuş diyebiliriz. Yine de vasati bir cuma gecesini heyecanlandırmak için pek çok film yerine tercih edilebilir.

12 Ekim 2014 Pazar

Geomeun Jip (2007 - Black House / Kara Ev)

90'ların ortası gibi J-Horror (Japon Korku Filmi Dalgası) ile tanıştık. Uzak doğunun mistik korkuları, kan ve vahşet ile birleşince tüm dünyaya hızla yayıldı. Denizin karşı yakasındaki, Kore'ye dalgaların ulaşması uzun sürmedi ve 90'lı yılların sonunda Kore filmleri ile tanıştık. İlk başta film festivallerimize konuk olan bu filmer, televizyonlarımıza kadar ulaştı. Önce Kim Ki Duk ile dindinliği gördük daha sonra Chan Wook Park ile nefes kesici intikam hikayelerini... Tellmesoemding ile Giallo tarzını tekrar canlandırdılar, R-Point ile savaş ile korkuyu birleştirdiler. Aksiyon türüne de ciddi katkıları oldu. Kısa zamanda sinema endsütrisinde Koreliler hızla isimlerini duyurdular.
Filmimiz Kara Ev de aslında J-Horror ile çok yakın akraba. Konusunu Yusuke Kishi tarafından yazılmış olan aynı adlı romandan alıyor. Japonya'da 1999 yine aynı romandan senaryolaştırılmış ve Kara Ev adıyla çevrilmiş bir film mevcut.
Konusu: Pek çok işte değişik zamanlarda çalışmış olan Jun-Oh'un son olarak sigorta şirketinde çalışmaya başlamıştır. Naif bir karaktere sahip olan Jun-Oh, işyerinde ilk görevinde geçmişinin an karanlık sırrını bir yabancıyla paylaşmaktan çekinmez, küçüklüğünde kardeşi yüksek bir binadan gözü önünde atlamış olan kahramanımız, olaydan derinden etkilenmiştir. Bu olanlar yetmiyormuş gibi, telefonla bilinmeyen bir kişiden, intihar halinde hayat sigortasının geçerli olup olmadığı sorusuna cevap vermek zorunda kalır.
İlerleyen süreç içinde özellikle kendisinin ilgilenmesini isteyen bir müşterisi ile görüşmek için yola çıkar. Harap bir evde , kendisini isteyen müşterisi Chung-Bae ile tanışır. Kısa görüşmesinin esnasında, oğullarına seslenip cevap alamaması nedeni ile Chung-Bae, Jun-Oh ile çocuğun odasını kontrol etmek ister. Odaya ulaştıklarında çocuğu tavana asılı halde bulurlar. Olayın şoku içinde geri dönen Jun-Oh , Chung-Bae'nin olay anındaki yüz ifadesininde şaşkınlık yerine soğukkanlı bir bakış olduğunu hatırlar ve müdürüyle paylaşır. Chung-Bae'nin dosyasını incelediğinde, bir iş kazası nedeniyle baş parmağını kaybettiğini ve bu sebeple sigortadan daha önce para aldığını, ölen çocuğun ise eşinin daha önceki evliliğinden olduğunu öğrenir. Konuyu doktor olan kız arakadaşı Mi-Na ile paylaşan Jun-Oh, polisle de görüşerek şüpheleri açıklar. Ölümün intihar nedeni ile gerçekleştiği belirlenemediği için Chung- Bae parasını alamamıştır ve bu nedenle her gün sigorta bürosunu ziyaret ederek, Jun-Oh'u sıkıştırmaya başlar. Jun-Oh'un ev adresini isteyen Chung-Bae'yi nazikçe rededer. Ancak evindeki telefonuna sürekli cevapsız çağrılar gelen Jun-Oh olayın burada bitmeyeceğine inmaktadır, çünkü Chung-Bae'nin kendi halinde yas tutan karısı Yi-Hwa da daha yüksek bir sbedel ile sigortalanmıştır. Sonunda parasını alan Chung-Bae'nin gözünü Yi-Hwa'nın sigortasına diktiğin anlaması uzun sürmez ve bu konuda Yi-Hwa'yı uyarmak için yola koyulur. Jun-Oh ne kadar tehlikeli bir oyunun parçası haline geldiğinin yakında farkına varacaktır...



Fazla ipucu verip, filmin tadını kaçırmadan, konun içinde seyirciyi şaşırtabilecek bir senaryo oyunun olduğunu belirtilim. Özellikle Jun-Oh ile Chung-Bae arasındaki gerilim çok iyi işlenmiş. Özellikle Chung-Bae'nin psikopatlığa varan sakin görünümü halinde patlayacak gibi duruşu çok başarılı. Jun-Oh karakteri bazı noktalarda iyilik timsali görüntüsü neredeyse karikatürize hal alsa bile sonlara doğru toparlıyor. Diğer karakterler de oldukça başarılı.
Filmin eleştirilebilecek bir noktası, hikayenin gidişatının çok tahmin edilebilecek seyirde ilerlemesi. Artık klasikleşmiş, olayı araştıran gazeteci/araştırmacı/polisin katil tarafından katledilmesi, kız arkadaş/eşin kaçırılması, amansız takip ve kıyasıya dövüş, bıçakla kovalama, sert bir cisim ile karşılık verme, kötü karakterin oldüğü sanılması ve filmin sonunda dönüşü ve bol kanlı geçen dövüş sahnesi ve ardından geçmişle barışma ile sonlanması , neredeyse bütün gerilim filmlerinin vazgeçilmezini tekrar ediyor. Kısaca bu cephede de yeni birşey yok!
Pek çok uzakdoğu gerilim/korku filminde olduğu gibi bolca kan mevcut. Karanlık evi filmin sonlarına doğru görsek de başarılı bir atmosfer yaratılmış. Konunun merkalıları için seyredilerken sıkmayan ancak türüne yeni bir soluk getirmek yerine, en güvenli liman olan tekrara demir atmış bir film.

Giorgino (1994)

Günümüzde türlere sadık ne kadar çok film varsa, bir o kadar türler arasında geçişmeyi seven filmler de var. Giorgino da bu filmlerden biri. İlk olarak Fransız yapımı olması işin içine ister istemez drama kısmını katıyor, ayrıca filmin içinde Mylene Farmer (Fransız şarkıcı, besteci ) hem de arka planda Farmer'ın neredeyse tüm görsel çalışmalarında Laurent Boutonnat bulunması filme ayrı bir şiirsellik katıyor. Mylene Farmer ile Boutonnat'ın video klipleri 10 dakikanın altında olmadığı için (bizim 3 dakikalık pop şarkıları için 3 dakikalık video klipleri izlerken afakanlar basan biri için, 90'larda Mylene Farmer'ın video kliplerini izlemek büyük zevkti!) filmin neredeyse 3 saatlik süresi , bu çalışmanın meyvelerinden biri olduğunu kanıtlıyor. Bu film Boutonnat'ın ikinci uzun metrajlı filmi (aslında yönetmenin çok fazla uzun metrajlı filmi bulunmuyor (bir elin parmağından az desek uygundur)).
Filmin asıl türü drama gibi gözükse de, kışın dondurucu soğuğunda geçen fransız kasabasının atmosferi, 1. dünya savaşının getirdiği karanlık ve insanların içine işlemiş olan karamsarlık ve delilik, filmi zaman zaman gerilim hatta korku türü sınırlarına bile çekiyor.
Konusuna bakacak olursak:
Genç doktroumuz 1. Dünya savaşı sırasında görev yaparken zatürreye yakalanmış ve savaş bitmeden terhis edilmiştir. İtalyan asıllı genç, küçük yaşta bir fransız ailesi tarafından evlat edinilmiştir. Evlat edinen aile aynı zamanda zihinsel engelli çocuklar için bir okul işletmektedir. Yetim olarak büyüyen Giorgino, hassas bir kişiliğe sahiptir ve çocuklara çok önem vermektedir. Okula dönen kahramanımız, çocukların savaş nedeniyle farklı bir yere nakledildiğini öğrenince yıkılır. Gitmeden önce kesilmekten kurtadığı (600 Franc ödediği - o zaman için hatırı sayılır bir paradır) at ile çocukların bulunduğu yere doğru yola koyulur. Zaten zatürreden muzdarip kahramınımız , iliklerine işleyen soğuk ile iyice bünyesini etkilemektedir. İlk önce çocukların bulunduğu yurda giden doktorumuz, sivil hayatta ilk doktorluk deneyimi olarak evin sahibesine kalp masajı yaparak , ölümden kurtarmaya çalışacak ancak başarılı olamayacaktır. Sonrasında, çocukların öldüğü haberini aldığında iyiden iyiye çöekecektir. Bu esnada evin tek kızı, Catherine ile tanışıp, etkilenmesi de kafasını iyice allak bullak eder. Catherine çocukluktan çıkamamış, garip davranışlar sergileyen genç bir kızdır. Bir o kadar ilginç karaktere sahip dengesiz dadısıyla birlikte (hala Catherine'i emzirmektedir!) birlikte evde anneleri ile yaşamaktadır. Çocuklardan sorumlu olan baba doktorun ise akıl hastanesine nakledildiğini öğrenen doktorumu, ailenin babasını bulmak için yola tekrar yola koyulur. Akıl hastanesinde doktorumuzu bulamayan Giorgino'nun talihi , dönüş yolunda aradığı doktoru bulması ile dönecektir. Doktor, evin diğer sakinleri gibi değişken bir psikolojiye ve dengesiz yapıya sahiptir.
Bu esnada kasabada ikamet eden kadınlardan bilgi almaya çalışan kahramanımız, Catherine'in olay günü çocukları yürüyüşe çıkardığını ve tek başına döndüğü öğrenir. Kasabadaki herkes Catherine'de suçu bulmaktadır ancak kahramanımız Catherine'in suçlu olduğunu kabul etmez. Kasabanın papazı olayları yatıştırmaya çalışsa da , tüm erkeleri savaşa gitmiş olan kasabanın kadınları iyice tedirgin ve saldırgan olmaya başlar ve Catherine ve ailesine karşı tehditkar tutumlar sergilmeye başlarlar. Gerilimi ne papaz ne de Giorgino engelleyebilecektir...







Filmde görsellik ön planda. Kasabaki atmosfer ve kar kaplı orman fırtına öncesi sessizlik hissini çok iyi veriyor. Ayrıca akıl hastanesi tam bir cehhennem kopyası, hastalara uygulanılan işlemler ve hastaların kapatıldığı mahzen çılgınlığı iyiden iyiye ortaya çıkarıyor. Renk tonlamaları da bir o kadar başarılı.
Neredeyse bir azizi canlandıran Giorgino ve Catherine arasındaki ilişki güzel canlandırılmış. Ayrıca papazın neredeyse aile babası gibi tüm kasabayı idare etmeye çalışması ise çok gerçekçi.
Filmin içinde pekçok simgeyi bulmak mümkün, boğulma/ölüm ve cinsellik arasındaki bağlantı, kalp masajı ve boyundaki ve sonrasında boyunda kalan ip izi ile bağlanmış. Görünmeyen kötülük kurtları, film boyunca görmesek bile ormanın içinden fırlayacakmış hissini veriyor. Delilik ise neredeyse filmin her karakterinde kendini gösteriyor.
Yayınlandığı tarihte gişe başarısı yakalayamamış olan Giorgino'nun gerçek değeri ortaya çıkamamış bir sanat eseri gibi. Tam olarak bir korku filmi sayılmasa bile, dramanın içindeki gerilim filmi sürekli izlenir hale getiriyor. Sıkılmadan neredeyse 3 saat boyunca izlyebileceğiniz bir film yaratıyor.

8 Ekim 2014 Çarşamba

Banshee Chapter (2013)

Benim için, konu H.P. Lovecraft olunca akan sular durur. Kendine ait bambaşka bir dünya sunan hikayelerinden biri olan Pickman's Muse'u hakkında yakın zaman içinde yazmıştık. Konusunu duyduğum zaman Banshee Chapter da heyecan yarattı. Filmin yönetmeni olan Blair Erickson'un ilk uzun metrajlı filmi olunca, bir tadına bakalım dedim...
Filmin kısaca konusu şöyle:
Gazeteci Anne Roland, üniversiteden yakın arkadaşı James Hirsch'in (True Blood dizisinin tatlı vampir rahibi - Michael MacMillian) aniden ortadan kaybolmasının perde arkasını araştırmaya karar verir.Ulaştığı videoda (kayıp görüntü filmi efekti) arkadaşının değişik bir kimyasal içmesini ardından radyodan garip bir müzik duymasını ve arkasından kameramanıyla birlikte kanlı izler bırakarak kaybolmasını seyreder. Araştırmaları onu kimyasalın kaynağı olan egzantrik gazeteci Thomas Blackburn'un kapısına kadar getirir. (Thomas Blackburn karakterinin ünlü gazeteci Hunter S. Thompson'dan (Muhteşem Terry Gilliam ve Fear & Loathing in Las Vegas) esinlediğini tahmin etmek zor olmasa da Ted Levine'in (Kuzuların Sessizliğinin Bufalo Bill'i) karaktere ayrı bir tat katıyor.). Thomas'ın yanında özel imalatçı yardımıcısı ile de tanışan Anne, içkisine kimyasal katıldıktan sonra (insanın içinden keşke Ramones'tan Somebody Put Something In My Drink şarkısı filmin müzik listesinde olsa diye geçiriyor) partiye katılır. Radyodan gelen tuhaf müzik, ışıklar, değişen suratlarve geliyorlar...
Bu esnada kimyageri yolda bırakıp, kimyasalı sonra da garip rakam ve müziğin yayın yapıldığı istasyona doğru gerilim dolu bir yolculağa koyulan garip çiftimiz, yayının yapıldığı noktaya ulaşır. Yayın terkedilmiş, devlete ait bir yeraltı laboratuarından yapılmaktadır. Biraz ipucu vermek gerekirse; devlet değişik denekler üzerinde ilaç deneyleri yaparak farklı boyutlara ulaşmaya çalışır (Nihayet Lovecraft, kısmen From Beyond). Karşılarına çıkan mahlukatlar Bölge 51'in uzaylıları değil, insanları takım elbise olarak kullanmayı seven yaratıklardır. Bu bilgilere deneyler esnasında çekilen görüntülerle ulaşmaktayız.
Her ne kadar ilginç bir öyküsü olsa da filmin bana göre aksayan noktası var. En önemli aksaklık, filmin türüne karar verememesi. Bulunmuş video (found footage) tarzı ile başlayan film gerilime daha sonra korku , ilerleyen noktalarında bilim-kurgu filmine dönüşüyor. Filmin çoğunda el kamerası ya da hareketli kamera kullanıldığı için, filmin başındaki video havasından kendimizi kurtaramıyoruz. Hikayenin dağıldığı yerde video ile geri dönüşler yapılması bazen filmin ritmini bozuyor (evet flashback sevmiyorum!).
Yine de filmin, soğuk bir kış gecesinde battaniyenin altına sığınmanızı sağlayacak tekinsiz bir atmosferi ve yerinizden zıplatacak birkaç efekti mevcut. Ama filmdeki kafa karışıklığı bazen odaklanmanıza engel olabiliyor. Filmin her dondurma çeşidinden tatmak isteyen bir çocuk gibi ,türden türe atlayabiliyor. Bu kadar dondurma karın ağrıtabilir diye uyarıp, ilk yönetmenin denemeye değer filminden tadına bakmanızı önerelim.










gfh

Across The River (Oltre il guado - 2013 / Nehrin Karşı Yakası)


Bazı filmlerin senaryoları, bazı filmlerin oyunculukları , kimi filmin ise atmosferi seyiriciye kendini izletir. Nehrin karşı yakası, atmosferi ile seyrettiren film kategorisine dahil bir İtalyan filmi. İtalyan filmleri denince ilk başta kalımıza Giallo'lar gelse bile korku dalında da bizlere pek çok başarılı örnek sunmuşlardı.
Önceden uyaralım, Nehrin karşı yakası için alışala geldik, karanlıktan fırlayan canavarlarla bezenmiş, bol görsel efekt soslu bir film bekliyorsanız, filmin menüsü sizi hayal kırıklığına uğratacaktır!
Filmde mümkün olabildiğince az diyalog olması, yönetmenin seyirciye hikayeyi çözmek için mümkün olabildiğince az ipucu vermesi, benzeri filmlerden farklı kılıyor. görev yapan bir Film boyunca asıl karakterini, asıl karakter ise değişik kameralarla vahşi hayvanları görüntülüyor. Karakterimiz, İtalya ile Slovenya sınırında görev yapan bir vahşi yaşam görevlisi. Zararsız tuzaklar kurarak, yakaladığı hayvanlara uzaktan izleme cihazları ve kameralar yerleştirerek, doğal ortamlarında izlemektedir. Yakalığı bir tilki onu sınıra yakın bir noktada bir nehre kadar sürükler.Giderek artan yağmurda zorla nehirden geçerken, suda sürüklenen bir geceliğe rastlar (kötü bir işaret/kehanet ?). Yağmurun şiddetini arttırması ile nehrin Slovenya tarafında karavanıyla kapana kısılır. Araştırmaları sırasında terkedilmiş bir köye rastlayan kahramanımız, tilkinin takibine devam ederken parçalanmış bir yaban domuzuna rastlar, öte yandan tilki de ortadan kaybolur. Koca bir boğayı parçalayan ne olabilir ki? Olayı detaylı olarak araştırmaya başlayan kahramanımızın kamerasına, vahşi hayvanlarla birlikte gecenin bir yarısı ormanda oyun oynayan iki kız takılır.
Bu esnada kısa aralıklarla, bilinmeyen bir mekanda yaşlı bir adam ve karısı ile karşılaşırız. Yaşlı adam bildiği sır yavaş yavaş ortaya çıkar. 2. Dünya savaşı sırasında, İtalya giren Slovenya milisleri, kahramanımızın kısılı kaldığı köye  girerler, bir evin içinde kahramınımızın da karşılaştığı kız kardeşlere birer sandalyede bağlanmış olarak rastlarlar ve kız kardeşlerden birisinin bağlarından kurtularak kameraya saldırması ile görüntü biter.
Kahramanımız , giderek artan yağmurun altında, karavanı olmadan, kız kardeşlerle başbaşa kalmıştır. Sivil gönüllürden oluşan arama ekibi yola çıkmıştır ancak zaman giderek daralmaktadır. Bu vahşi saklambaç oyununu kahramanımız kazanabilecek midir?








 Film oldukça basit tutulmuş. Görüntüler, gündüz çekimlerinde griya çalan kahverengi (güzel bir sonbahar havası yaratıyor), gece görüntüleri ise mavimsi bir gri rengi ile sunulmuş. İlk başta hayvanları kamerası ile izleyen kahramınımızı , zaman ilerledikçe aynı gözle seyrediyoruz. Ayrıca filmin pek çok karesinde su var. Su  karşımıza, Gerek akarsu, gerek bardakta ya da şisede sakince duran, tavandan yavaşça
Daha önce bahsi geçtiği gibi diyaloglar çok çok az. Yaşlı adamın açıklaması olmasa , diyalogların eksikliği hissedilmiyor bile. Müzik kullanımı da neredeyse yok denecek kadar az. Filmin çekimi için seçilen köy ve orman ise neredeyse, filmin hikayesinden daha korkunç.
Filmle ilgili, eksiler ise, kız kardeşlerin makyajları çok basit ve özensiz. Seyirci olarak , filmin asıl korkutucu unsurlarından daha ürkütücü olmalarını bekliyoruz. Sırlara vakıf yaşlı adam karakteri ise, hikayeye sonradan eklenmiş hissi veriyor, ister istemez filmin bütünlüğünde bir kopukluk yaratıyor. Yine de sadece filmin geçtiği mekanın atmosferini görmek bile insanın içini ürpertiyor.
Benzer atmosfere sahip başka bir film ise Filnadiya yapımı Sauna (2008) ile karşılaşmıştık. Nehrin karşı yakasının da yurt dışında pek çok film festivalinde seyirciyle buluşabildiğini düşününce, ülkemmizde ne kadar kısır bir döngünün içinde bulunduğunu rahatlıkla görebiliyoruz.  Düşük bütçeli ama başarılı yapımları yurtdışında pek çok korku ya da fantastik film festivallerinde rastlayabiliyoruz. Bu tarz filmler için hem pazarlama hem de tanıtım için faydalı olmakta. Ülkemizde az sayıda film festivali olması ve daha çok ana akım filmler üzerine yoğunlaşması için, benzeri filmleri ne yazık ki sinemada seyretme imkanı bulamıyoruz. Öncelikli temennimiz film festivallerimizin bağımsız ve sansürsüz olarak bizlere daha geniş kapsamda çeşit sunabilmeleri.

28 Eylül 2014 Pazar

Honeymoon (Balayı - 2014)

Korku ve gerilim filmleri, erkek hegemonyasından çıkalı uzun bir süre oluyor. Kathryn Bigelow, maçoluğun kalesi olan aksiyon filmlerinde başarısı sırasında Near Dark (1987) ile korku sulaına demir atmıştı. Antonia Bird 1994 yılında Ravenous (Yırtıcı) ile kendine has bir yamyamlık hikayesi yönetmişti (Önceki yazılarda bulabilirsiniz). Şimdi de karşımızda ilk uzun metrajlı filmi ile Leigh Janiak var. Hakkında fazla detay olmasa da, ilk uzun metrajlı filmi olduğunu, genç olmasına karşın ilk filmi başarı yolunda emişn adımlarla yürüdüğünü söyleyebiliriz.

Filmin oyuncu sayısı oldukça kısıtlı, sadece 4 kişiden oluşmakta. Filmin geçtiği alan da sınırlı olunca neredeyse oda tiyatrosunda filmi seyrettiğiniz hissine kapılıyorsunuz. Başrollerde Rose Leslie (Game Of Thrones'un Ygritte'i) ve Harry Treadaway var. ABD Yapımı bir filmde başrol oyuncularının biri İskoç , diğerinin de İngiliz olması yarı bir ironi!



Konusu: yeni evlenen Bea ve Paul, balayı için Bea'nin babasının ormandaki evini tercih etmişlerdir. Doğanın içinde yalnız başına vakit geçirmenin tadını çıkarırlarken, (Bea'nin geçmişinden rolünü bilemediğimiz) Will ve Annie'nin kavgalarına şahit olurlar. Bir gece duydukları evinden dışından gelen ses ve ışıklar, Paul'ı rahatsız eder. Paul giderek , Will'den kuşkulanmaya başlarken, yine bir gece uyandığında yanında Bea'nin olmadığını görür ve dışarıda yarı çıplak olarak bulur. Bu olaydan sonra Bea giderek Paul'den uzaklaşmaya başlar. Paul ise bunun nedenlerini araştırırken hiç ummadığı bir sonuçla karşılaşacaktır.
Film, korku elementlerinden çok Paul ve Bea arasında giderek büyüyen gerilime odaklanıyor. Başarılı oyunculuklar sayesinde gerilim filmi sürüklüyor. Sonuçta bir drama/gerilim/bilim-kurgu filmi karışımı. Bilim-kurgu ve korku kısmı için The Invasion Of The Body Snatchers (1978) ve The Thing (1982) senaryonun nasıl ilerlediği konusunda bize biraz ipucu verecektir. Benzer konulu daha hareketli ve sert bir film arıyorsanız Almost Human (2013) filmini deneyebilirsiniz.

14 Eylül 2014 Pazar

Ahi Va El Diablo (Here Comes The Devil) (2012)



İşte şeytan geliyor...Sıcaktan, çölden, uzaklardan, kısacası Meksika'dan. Güney Amerika'nın bu sıcak ülkesinden zaten, maskeli güreşçiler tekila haricinde de değişik şeyler çıkıyordu. 2010 yılında Somos Que La Hey (We are what we are) ile tanıştık. Kendi halinde bu film, uluslararası bir başarıya ulaşınca Hollywood'un gözünden kaçmadı ve aynı isimle 2013 yılında hikayenin geçtiği yer Amerikan kırsalına uyarlanarak tekrar çekildi.
Sene 2012 ve Meksika'da yine uğursuz olaylar olmaya devam ediyor. Film biraz hızlı başlıyor, iki lezbiyenin ateşli geçen gecesi, evlerine giren bir adamın birisini fena halde dövmesi ile bozulur, kavga esnasında kadının iki parmağını kesen sapık, kadının partnerinin kafasına sert bir cisimle vurması sonucu kaçmasını sağlar. Sapığımız kolleksiyonu olan diğer parmaklarla birlikte bir tepeya kaçarken görürüz, daha sonra sapığımız soyunarak tepede bir mağraya girerken sekans biter.
Bu arada  Felix ve Sol iki çocukları ile tatillerinin dönüşünde kızları Sara'nın ergenliğe adım attığını öğrenirler. Durum konusunda annesi Sara'ya yol gösterirken, bir benzincide durarak elbiselerinin değiştirmesine yardımcı olurken , garip bir adam tarafından izlendiğini görür. Olayın şokunu atlatmak için hem de oyun olsun diye çocuklar tepeye gitmek istediklerini söylerler ve annelerinden 1.5 saatlik izini koparırlar. Çocuklar tepenin yoluna koyulurlarken, anne ve baba ufak bir kaçamak yaparlar ve uyuyakalırlar. Uyandıklarında 1.5 saat çoktan geçmiş ve çocuklardan iz yoktur. Zaman geçmesi ile polise de haber verilir. Bir motelde dinlenmeye karar verdiklerine , aslında çiftin arasında ciddi problemler olduğunu görürüz. Tekrar aramaya çıktıklarında, marketteki yaşlı bir amca (filmlerde hep uyaran yaşlı amca bu sefer geç kalmış gşbş gözüküyor!) tepenin lanetli olduğunu ve pekçok insanın kaybolduğunu açıklar. Çocukları beklerken, Felix arkasından geçen kamyonet dikkatini çeker, acaba çocuklar kaçırılmış mıdır?
Filmin ilk yarısı özellikleHollanda yapımı gerilim filmi  Spoorloos (The Vanishing 1988) ve Avustrulya yapımı Picnic At The Hanging Rock (1975) filmlerinin karışımı bir havada ilerliyor. Filme doğaüstü bir yardımcı konu eklenmeden de heyecen içinde seyredilebilir durumda. Ancak işler Meksika'da böyle yürümüyor tabii! İşte şeytan geliyor...
İşte o sırada çocuklar tepeden elele sanki hiçbir şey olmamışçasına gelirler. Çocuklarına kavuşan aile evlerine dönerler. Çocuklar eskisinden daha sessiz ve sakindir. Usulca okullarına gitmeye devam ederler ancak özellikle anne çocuklardaki değişimi fark eder. Baba ise o akşam gördüğü kamyonetten şüphelenir. Aynı kamyonete çocukları ile rastladıklarında, çocuklar değişik tepkiler vermeye başlar.Tekrar tepenin etrafındaki markete gittiğinde yaşlı amcamızdan (yine geç kaldın!), kamyonetin sürücüsünün aynı zamanda kızını izleyen kişi olduğunu da öğrenir. Karı-koca şoföre bir ziyaret planlayıp, çocuklarını dadıya emanet ederler. Ummadıkları gibi geçen ziyaretin sonucunda , eve döndüklerinde evde dadıyı bulamazlar, dadıya telefonla da ulaşamazlar, çocuklar ise yataklarında mışıl uyuyordur. Kısa bir süre sonra okuldan gelen telefonla Sol'un aklı iyice karışır; her sabah okula bıraktıkları çocukları okula gitmemektedir. Bir sabah çocuklarını gizlice takip eden Sol, çocuklarının okul yerine tekrar aynı tepeye gittiklerini keşfeder...
Filmin ikinci yarısı ise Coen kardeşlerin ilk başyapıtlarından Blood Simple (1984) ve Omen (1976) arasında devam ediyor. Neden tercih edildiği anlaşılmayan gereksiz zumlar hariç filmin gidişatını etkileyen faktörler yok. Kısa bir süre sonra bu filmi de (vahşet ve cinsellik içeriği azaltılmış olarak) Hollywood'un el atacağını tahmin ediyorum.
Kimi zaman konun gidişatı tahmin edilebilir olsa bile yine de heyecan içinde seyredebileceğiniz bir film. Klasik şeytan çıkarma ayinli filmlerden sıkıldıysanız, ve biraz kara film sosu biraz da yakacak kadar acı salsa soslu korku ve gerilim filmi arıyorsanız, işte şeytanınız geliyor...

Alone In The Dark (1982)

80'Ler; daha az kan daha , daha detaylı hikayeler, daha az bilgisayar destekli grafikler ama daha fazla makyaj demekti. 70'lerde Exorcist (1973) ve Jaws (1975) gibi filmler sayesinde, korku/gerilim filmler diğer türler içinde hakettiği yere ulaştı. 80'lerle beraber devam filmleri ile de tanıştık. Elm Sokağında Kabus ve 13. Cuma serileri büyük başarı elde etti ve korku sinemasına ciddi bir seyirci potansiyeli taşıdı.
80'lerde seyrettiğimiz, çok hoşumuza giden ama unttuğumuz ya da çok yakınından ıskaladağımız pek çok filmi de barındırdı.
Alone In The Dark'da bu filmlerin başında geliyor. Başrollerde Donald Pleasence (Halloween serisinin Dr. Sam Loomis'i), Martin Landau (Ed Wood'da (1994) Bela Lugosi olarak tanıdık),  Jack Palance ve Dwight Schultz (A-Takımı dizisinin çılgın pilotu Murdock) gibi pek iyi ve yıldız oyuncuyu bulunuyor. Gerçi filmin yönetmeni Jack Sholder'ın ilk uzun metrajlı filmi olmasına rağmen, ilerleyen zamanlarda Elm Sokağında Kabus 2 (1985), The Hidden (1987) gibi filmleri de yönetti.
Filmin hikayesi; Doktor Dan Potter eşi ve kızı ile birlikte  mutlu bir yuva kurmuşken, yeni işi olan Haven akıl hastanesinde yeni görevi ile tüm dünyası değişecektir. Hastanenin egzantrik müdürü Leo Bain (Donald Pleasence) yeni hastaları olan Vaiz (Preacher / Martin Landau- kiliseleri içinde insan varken ataşe veren) Byron Sutcliff, Şişko (Fatty - Çocuk tacizcisi, 200 kiloluk dev), Frank Fawkes (Sosyopat / Jack Pallance) ve yüzünü göstermekten hoşlanmayan kanayan (Bleeder / her cinayetten sonra burnu kanayan) gibi dört karakterin doktorluğunu üstlenecektir. Psikopatlarımız ise, sevdikleri eski doktorlarının , yeni gelen doktor tarafından ortadan kaldırıldığını düşünerek, intikam planları hazırlamaya başlarlar. Bu arada ailenin yanına doktorun genç kız kardeşinin gelmesi ve aklı bir karış havada bebek bakıcılarının da evde zaman zaman bulunması hedefi daha da büyütmelerine neden olur. 
Akıl hastanesi, teknolojik olarak (zamanına göre) ileri olduğu için psikopatlarımızın kaçması zor gözükmektedir, ancak şehirde yaşanan büyük bir elektrik kesintisi durumu kolaylaştırır (ister istemez ileri teknolojili bir klinikte neden elektrik jeneratörü olmadığını merak ediyoruz). Sağlık görevlisini ber taraf edip, doktromuzun ev adresine ulaşırlar. Yolda yağmalanan bir alışverişine uğrayıp, silah ve giysilerini de temin ettikten sonra (bleeder karakteri kendisine bir hokey maskesini tercih ederken (Jason'dan önce hokay maskesini tercih edenlerde vardır!), otoparkta bir kamyoneti sürücüsünü de katlettikten sonra kamyonetine de el koyarak ,artık bir aracada sahip olurlar. Bu arada Bleeder karakteri ortadan kaybolsa da ileride karşımıza tekrar çıkacaktır... 
Güzel bir hikayeye sahip olmasına rağmen hikayede (jeneratör eksikliği gibi) birçok boşluk bulabiliyorsunuz. Bu boşluklar özellikle, Martin Landau'nun mükemmel oyunculuğla dolduruluyor. İzlerken bir yandan hikayenin evde geçmesi ile keşke evin yapısı daha iyi tanıtılmış olsa diye düşünmeden de geçemiyorsunuz. Bleeder karakterine benzer bir karakteri (neredeyse hikaye olarak da aynı gelişen) Valentine (1991) filminde de rastalamaktayız.
Sonuç olarak bir cuma akşamı zevkle seyredebileceğiniz, sizi çok korkutmayacak ama asla seyretmekten sıkılmayacağınız bir gizli hazine karşımızda. Seyrederken 80leri yad etmemek mümkün değil!

11 Eylül 2014 Perşembe

The Poughkeepsie Tapes (2007)

Son yıllarda her çekilen korku ya da gerilim filminin büyük bir bölümünün (found footage) kayıp/bulanan görüntü kaydı filmi olması aslında çok büyük bir tesadüf değil. 1999 Yılının büyük olayı olarak takdim edilen Blair Cadısı (The Blair Witch Project) filmi sayesinde, yapımcıların ve yönetmenlere filmlerini ucuza mal etmenin yolu açılmış oldu. Her ne kadar pek hazzetmesem de, bu tip filmler korku/gerilim filmlerinin koynunda büyümeye ve bir alt tür oluşturmaya başladı. Böylelikle hatırı sever bir izleyici kitlesine ulaştı. Açıkçası (Bence bir antoloji sayılması gereken) V/H/S film serisi haricinde çok dikkatimi çeken bu türde film olmadı, ta ki The Poughkeepsie Tapes ile tanışıncaya kadar.


Film, türünün neredeyse her örneği olan bir grup (zibidi) genç (mutlaka kızlı erkekli ve bir erkek fazlası ile) ellerine kamera alıp, lanetli evler, tekinsiz ormanlar, terkedilmiş binalarda uyarılara rağmen ellerini sallayarak dolaşmalarını anlatmıyor. Zaten hikayemiz ne kristal gölünde ne de Elm sokağında ne de kapatılmış bir akıl hastanesinde geçmektedir. Olaylar tamamen , Amerika'nın merkezinde, New York eyaletinin belki de en vasati şehri olan Poughkeepsie şehrinde geçiyor. Film polislerce bir evde (bahçede gömülü pek çok ceset ile) yüzlerce video kasetin bulunması ile başlıyor. Kasetleri izleyen uzmanların, belki de tarihin en büyük seri katili ile karşı karşıya olduklarını anlamaları çok uzun sürmüyor.
Filmin ilerleyişi bir belgesel ritminde ilerliyor (en doğal haliyle bu film zaten aslen uydurma bir belgesel!). Zaman zaman FBI uzmanları, profilcileri, kimi zaman olayı zamanında incelemiş emekli polisler (göbekli ve barbekülerinin başında!), kimi zaman ise kurbanların yakınlarının hayali röportajları ile ilerliyor. Katilin kimliğini film boyunca öğrenemiyoruz, geçmişi hakkında bize pek ipucu vermiyor, hatta tam olarak kendisini bile (video çekimlerinde bir nebze) göremiyoruz. Zaten görmeye de ihtiyaç duymuyoruz, hiakyenin heyecanı bize izin vermiyor. Sözde video kasetlerinde ilk cinayet açıklandıktan sonra, katilin gelişimini, methodlarını nasıl geliştirdiğini , uzmanların açıklamasıyla heyecan içinde seyrediyoruz. Ancak filmin belki de en büyük eleştiri noktası buradan başlıyor... Seri katiller belli bir yönteme göre hareket edip, en zekisi bile hata yapabilmekteyken, katilimiz sürekli yöntem değiştirip, adam kaçırma, cinsel saldırı, işkence ve daha pekçok yöntem kullanarak, cinsiyet , yaş  gözetmeksizin gözünü kırpmadan yoluna devam ediyor. Bir noktadan sonra seri katilimizin bir tür Freddy Krueger dönüştüğünü hissetseniz bile, method ve maskeleri ile daha çok Testere filmindeki katil şeklini alıyor.






Filmin yönetmeni, John Erick Dowdle, bu filmden sonra Karantina (2008) (İspanyol Rec filminin tekrar yapımı ve Şeytan (Devil - 2010) filmleri ile devam etti. Her iki filmde eli yüzü düzgün ama Poughkeepsie kadar özgün filmler değildi. Umarım yeni filmi As Above, So Belove ile tekrar büyük bir başarı yakalar.
Bu film herkesin midesine göre görsel zevkine göre değil! Eğer iyi bir gerilim filmi izleyicisi iseniz ve 80'lerin VHS görüntülerine özlem duyuyorsanız, vakit kaybetmeden bu zevkten mahrum kalmayın derim....

Pickman's Muse (2010)

Howard Phillips Lovecraft, korku edebiyatının en başarılı ve en çok ilham veren, aynı zamanda değeri sonradan keşfedilen yazarlarından biridir. Robert E. Howard (Conan ve Kull'ın yaratıcısı), Clark Ashton Smith ve Robert Bloch'un başını çektiği rüya ekibiyle, Weird Tales dergisi altında günümüz korku mitosunun yaratıcıları oldular. Yayınlanan pek çok hikayeleri, daha sonra Stephen King gibi pek çok yazara ilham verdi ve korku sinemasına şekil verdi. John Carpenter'ın 1994 yapımı "In The Mouth Of Madness" filmi de doğrudan H.P. Lovecraft'ın bir hikayesine bağlı olmasa bile , pek çok hikayesini referans alarak güzel bir bileşim hazırlamaktadır. Hatta filmin kahramanın hikayesi içinde  (filmimizin de ismi gibi) Pickman's Motel adlı gizemli bir motele uğramaktaydı. Lovecraft'ın hikayeleri her ne kadar çok ürkütücü olsa da , yazarın hayal gücünün yaratımlarını fiziksel hale mekanik i makyaj ya da bilgisayar efekti ile ekrana yansıtmak masraflı olduğu için, uyarlanan filmler bu eksiklikle bir adım geride kaldı. Başta Dan O'Bannon ve Biran Yuzna gibi yönetmenler hikayeleri sinema ekranına başarılı olarak yansıtlarda, beklenilen patlamayı bir türlü gerçekleştiremediler. Meraklıları için , 1985 yapımı "Re-animator", 1986 yapımı "From Beyond", 1991 yapımı "The Ressurected". 1993 yapımı bir antoloji olan "Necronomicon: Boom Of Dead" filmlerini tavsiye ederim. Ayrıca yazarın hikayelerinin ülkemizde İthaki yayınları tarafından da yayınladığını hatırlatalım.

Filmimiz nispeten yakın bir tarih olan 2010 yılında çekilmiş olan Pickman's Muse adıyla yayınlandı. Temel olarak yazarın Pickman's Model hikayesinden uyarlanmış olsa da, hikayeden farklılıklar içermekte. Hikayede ressamımız Pickman ilhamını bir yaratıktan almakla birlikte, filmde ilhamı bir kiliseden alıyor.

Kısaca hikayeyi özetlersek:

Yalnız yaşayan ressamımız Robert Pickman, yaşamını doğa resimleri yaparak kazanmaktadır. Zaman içinde ilhamını kaybeden Pickman, kendisini evinin pencerisinden gördüğü kilisenin eskizlerini çizerken bulur. Eskizler giderek tuvale yansımaya başlayınca sanat galerisi sahibi ile görüşerek satmaya çalışır. Galeri sahibi resimlerin kendisine ait olduğuna inanmaz, çünkü çok benzer resimler Goodie Hines adında başka bir ressam imzalı olarak yapılmıştır. Şanısımıza Goodie Hines işlediği cinayetler nedeniyle akıl hastanesine kapatılmıştır. Hikayeninin bu noktasında Dr. Dexter devreye girer. Dr. Dexter (yazarın başka bir hikayesi olan Charles Dexter Ward'ın garip vakasına gönderme yapılarak...) hem ressamımızın hem de Hines'ın danışmanı/dokturudur. Pickman resmettiği uğursuz kilisenin içinde araştırma yaparken, Dr. Dexter'da her iki hastaının ortak yönleri olan resimler hakkında araştırmaya başlar. Pickman'ın yarı uyanık rüye gibi kilise ziyaretleri ve bu nöbetler sırasında bilinç dışı çizimlerinn yanı sıra gaipten gelen sesler de işlerin kontrolden çıkmasına neden olur. Doktorun araştırmaları da kilise üzerine yaoğunlaşırken, kullanım amacının bildiğimiz ibadetlerden farklı amaçlı kullanıldığını görür. Kilisenin bahçesinde gördüğü çarmıha gerilmiş küçük ahtapot bu konuda biraz daha ipucu verir.
Maddi olarak kısıtlı bir bütçe ile gerçekleştirildiği için görsel efektler de kısıtlı olmasına rağmen filmin kendine has bir havası var. Özellikle ışıklandırma ve başrol oyuncusunun (fiziğinin de etkisi ile) oyunculukları başarılı. Yönetmenin ilk uzun metrajlı filmi olmasına rağmen, samimi yaklaşımı ile alkışı hakediyor.
Görsel efektlere donatılmış , kanlı bir film bekliyorsanız hayal kırıklığına uğrayacağınız kesin. Ancak bu filmle yönetmenin daha sonra çekebileceği filmler için bir umut ışığı doğruyor.