80'lerde seyrettiğimiz, çok hoşumuza giden ama unttuğumuz ya da çok yakınından ıskaladağımız pek çok filmi de barındırdı.
Alone In The Dark'da bu filmlerin başında geliyor. Başrollerde Donald Pleasence (Halloween serisinin Dr. Sam Loomis'i), Martin Landau (Ed Wood'da (1994) Bela Lugosi olarak tanıdık), Jack Palance ve Dwight Schultz (A-Takımı dizisinin çılgın pilotu Murdock) gibi pek iyi ve yıldız oyuncuyu bulunuyor. Gerçi filmin yönetmeni Jack Sholder'ın ilk uzun metrajlı filmi olmasına rağmen, ilerleyen zamanlarda Elm Sokağında Kabus 2 (1985), The Hidden (1987) gibi filmleri de yönetti.
Filmin hikayesi; Doktor Dan Potter eşi ve kızı ile birlikte mutlu bir yuva kurmuşken, yeni işi olan Haven akıl hastanesinde yeni görevi ile tüm dünyası değişecektir. Hastanenin egzantrik müdürü Leo Bain (Donald Pleasence) yeni hastaları olan Vaiz (Preacher / Martin Landau- kiliseleri içinde insan varken ataşe veren) Byron Sutcliff, Şişko (Fatty - Çocuk tacizcisi, 200 kiloluk dev), Frank Fawkes (Sosyopat / Jack Pallance) ve yüzünü göstermekten hoşlanmayan kanayan (Bleeder / her cinayetten sonra burnu kanayan) gibi dört karakterin doktorluğunu üstlenecektir. Psikopatlarımız ise, sevdikleri eski doktorlarının , yeni gelen doktor tarafından ortadan kaldırıldığını düşünerek, intikam planları hazırlamaya başlarlar. Bu arada ailenin yanına doktorun genç kız kardeşinin gelmesi ve aklı bir karış havada bebek bakıcılarının da evde zaman zaman bulunması hedefi daha da büyütmelerine neden olur.
Akıl hastanesi, teknolojik olarak (zamanına göre) ileri olduğu için psikopatlarımızın kaçması zor gözükmektedir, ancak şehirde yaşanan büyük bir elektrik kesintisi durumu kolaylaştırır (ister istemez ileri teknolojili bir klinikte neden elektrik jeneratörü olmadığını merak ediyoruz). Sağlık görevlisini ber taraf edip, doktromuzun ev adresine ulaşırlar. Yolda yağmalanan bir alışverişine uğrayıp, silah ve giysilerini de temin ettikten sonra (bleeder karakteri kendisine bir hokey maskesini tercih ederken (Jason'dan önce hokay maskesini tercih edenlerde vardır!), otoparkta bir kamyoneti sürücüsünü de katlettikten sonra kamyonetine de el koyarak ,artık bir aracada sahip olurlar. Bu arada Bleeder karakteri ortadan kaybolsa da ileride karşımıza tekrar çıkacaktır...
Güzel bir hikayeye sahip olmasına rağmen hikayede (jeneratör eksikliği gibi) birçok boşluk bulabiliyorsunuz. Bu boşluklar özellikle, Martin Landau'nun mükemmel oyunculuğla dolduruluyor. İzlerken bir yandan hikayenin evde geçmesi ile keşke evin yapısı daha iyi tanıtılmış olsa diye düşünmeden de geçemiyorsunuz. Bleeder karakterine benzer bir karakteri (neredeyse hikaye olarak da aynı gelişen) Valentine (1991) filminde de rastalamaktayız.
Sonuç olarak bir cuma akşamı zevkle seyredebileceğiniz, sizi çok korkutmayacak ama asla seyretmekten sıkılmayacağınız bir gizli hazine karşımızda. Seyrederken 80leri yad etmemek mümkün değil!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder